Bu maddedeki bilgilerin için ek kaynaklar gerekli.Mayıs 2020) () ( |
Bu madde, uygun değildir.Mayıs 2020) ( |
Epistemolojide, fideizm, inancın akıldan bağımsız olduğunu veya akılla çatıştığını ve belirli gerçeklere ulaşmada akıldan üstün olduğunu savunan teori. Latince "inanç" anlamına gelen "fide" kelimesinden türetilmiştir.
Agnostisizm, kuramsal açıdan anlaşılır ve hatta rasyonel bir tutumu temsil etmekle birlikte, pek çok düşünür ve araştırmacı agnostik olma veya yaşamanın pratikte neredeyse imkânsız olduğunu öne sürmüştür. Bu yüzden, pratikte agnostisizmi tamamlayan tavrın fideizm olduğunu söylenir. Nitekim dinî hakikate erişmenin tek yolu olarak imanı gören, bir bilgi kaynağı olarak imanın, akıl ya da bilimden üstün olduğunu iddia ederken aklın ve bilimin değerini yadsıyan, yadsımadığı zaman da onun imana tabi olması ve inancı desteklemesi gerektiğini savunan öğreti olarak fideizm terimi felsefe literatürüne 19. yüzyılın ortalarında girmiştir. Başlangıçta, Roma Katolik düşüncesi içinde, gelenekçilik olarak bilinen ve akılcılığa karşı, vahyin iletilme ortamı veya aracı olarak geleneğin önemine vurgu yaparken, sosyal ve politik yönden zaman zaman muhafazakâr bir bakış açısıyla birleşen bir harekete gönderimle kullanılmıştır.
Burada da anlaşılacağı üzere, esas itibarıyla bir 19. yüzyıl hareketi olarak fideizm, hakiki dine yüklü bir değer, Tanrı'nın varoluşu inancına büyük bir önem verir. O, dinin özünün, temel öğretisinin felsefi ve rasyonel ölçütlerle yargılandığında pek anlamlı olmadığı düşüncesinden ve zaman zaman "saçma olduğu için inanmıyorum" tezinden hareketle, dinî hakikatlerin akla dayanan doğrulara karşıt olduğunu, bu doğrulara rasyonel faaliyetlerle ulaşılamayacağını savunur. Bu aslında, fideizmin, dinî hakikatlerin bilgisine ancak iman ya da daha çok mistik bir tecrübeyle erişilebileceğini savunan aşırı versiyonunu temsil eder. Bağdaşmazcılık kapsamı içinde ele aldığımız bu türden aşırı fideizm, bazen kuşkucu argümanlardan da yararlanarak, aklın kesin hiçbir doğruya erişemeyeceğini belirtir; gerçekte saçma ya da akla aykırı olan öğretilerin inanç yoluyla kabul edilmesini ister.
Fideizmin nispeten daha ölçülü bir versiyonu ise kesinliğin akla değil de tamamen imana dayandığını savunmak yerine, belli dini doğruların ifadesi ve kabulü açısından, inancın temel olup akıldan önce geldiğini fakat akıl yürütme ve ampirik araştırmanın büsbütün değersiz olmayıp söz konusu dinî hakikatlerin anlaşılması ve açıklanmasında belli bir rol oynadığını öne sürer. Fideizm, örneğin Blaise Pascal'da rastladığımız bu ılımlı versiyonunda, dine ve dinî hakikate, insan hayatının en temel belirleyicisi olmak anlamında yine yüksek bir değer yükler fakat imanla aklı karşı karşıya getirmekten sakınır ve bazı durumlarda akla, ya imana işaret etme ya da inanç yoluyla kabul edilmek durumunda olanı aydınlatma görevi yükler.
Pascal
Fideist düşüncenin Yeni Çağ'daki ilk ve en önemli temsilcisinin Blasie Pascal olduğu üzerinde tam bir mutabakat vardır. Fizik ve matematikle, önemli bir kaşif olma ölçüsünde ilgilenen Pascal, bir yandan da felsefe alanında, esas olarak insan doğası, insanın Tanrı'ya ilişkin bilgisi ve Hristiyan dininin hakikati konularıyla meşgul olmuştur. Pascal gerçekten de Düşünceler adlı meşhur eserinde, öncelikle Tanrı'nın var olmaması durumunda insanın nasıl acınası bir sefalet ve bedbahtlık durumu içine düşeceğini, insanın gündelik hayatının anlamsızlığını, dünyayı ve dünyadaki durumunu doğal yollarla anlama çabalarının beyhudeliğini anlatır. Sonra da insanın Tanrı'nın bilgisine erişme ihtiyacı ve sonuçsuz arzusunu gündeme getirip insanları "beşerî durumun" bilincine varmaya zorlar.
Pascal'a göre, insan gerçekte ne olup bittiğini akıl yoluyla veya yardımıyla anlayabilmeye muktedir değildir. Oysa nasıl yaşayacağını, ne yapmak ve neye inanmak gerektiğini bilebilmek için fiilen ne olup bittiğini anlamaya ihtiyaç duyar. İçinde bulundukları durum bu olmakla birlikte, insanların çoğu bu gerçekle yüzleşmekten kaçınmakta ve hayatlarını boşa geçirmektedirler. Tanrı olmadığında, insan hayatının baştan sona ve bütünüyle boş ve anlamsız olduğunu görmekten kaçınan insanlar, Pascal'a göre, Tanrı'nın varoluşuna ilişkin bilgi yolunda aşılmaz engeller bulunduğu gerçeğini de göz ardı etmektedirler. Bu gerçekle, kısa hayatlarını harcamamak, boşa geçirmemek adına yüzleşmek zorunda olan insanların, Pascal tüm enerjilerini şu soruya bir yanıt bulmak için harcamaları gerektiğini öne sürer: "Tanrı'nın varoluşu ve doğasıyla ilgili bilgiye ulaşmak mümkün müdür?"
O, burada kritik noktanın veya en önemli hususun, bu sorunun öneminin farkına varılması olduğunu düşünür. Çünkü söz konusu sorunun öneminin bilincine varıldığı zaman, insanların bilimsel ve rasyonel bilginin bir Tanrı'nın var olup olmadığı, varsa eğer nasıl bir varlık olabileceği konusunda bir karara varmak için, insana hiçbir yararı olamayacağını da hemen ve varmak için, insana hiçbir yararı olamayacağını da hemen ve kolaylıkla göreceklerini söyler. Ona göre, " bir Tanrı'nın olup olmadığı" sorusu, insanın ancak mahvolmak pahasına atlayabileceği bir sorudur. Fakat bu soruyu yanıtlamanın da mümkün bir yolu yoktur. Pascal işte böylesine bir durumda insanın yapabileceği yegane şeyin, kendisine inanç açısından açık olan alternatifleri araştırmak ve Tanrı'nın var olduğuna inanmanın makul ve arzulanır olup olmadığını belirlemeye çalışmak olduğunu ifade eder.
Gerçekten de Pascal burada, açık ve kesin delillerin yokluğunda dahi inanmanın, epistemolojik bir anlam içinde olmasa bile, basiretli davranma anlamında rasyonel olduğunu söyleyerek meşhur "kumarbaz argümanı"nı öne sürer. Pascal burada büyük ölçüde septik bir bakış açısından hareket eder; öte yandan, o üçüncünün olanaksızlığı ilkesine dayanarak, yani Tanrı'nın ya var olduğunu ya da var olmadığını kabul ederek, bu konuda salt akıl temeli üzerinde bir karara varamayacağımızı ileri sürer. Ona göre, Tanrı'nın varoluşuyla ilgili öne sürülen deliller kadar Tanrı'nın yokluğuyla ilgili argümanlar da kesin sonuçlu olmaktan uzaktır. "Akıl hiçbir şeyi belirleyemez, nihai hiçbir konuda karar veremez." diyen Pascal'a göre, bunun bir tavır olduğu düşünülebilirdi. Fakat Pascal açısından böyle bir şey mümkün değildir. Zira inanmayı seçmemek inanmayı seçmekle eş anlamlıdır. Başka bir deyişle, Tanrı'nın varlığı ya bulunmaktan kaçınmak, böylesi önemli bir seçim karşısında kayıtsız kalmak, inanmamayı seçmemek anlamına gelir.
Pascal'ın argümanında kumarbaz, Tanrı'nın varoluşuyla ilgili olarak iki alternatif olduğunu kabul eder: Tanrı ya vardır ya da yoktur. Bu alternatifler karşısında insana açık olan iki yol bulunmaktadır: Tanrı'nın ya var olduğuna ya da var olmadığına inanırız. Bu durumda dört ihtimal söz konusu olur. (1) Tanrı'nın var olduğuna inanır ve kazanırsak (yani, Tanrı gerçekten var ise eğer), başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak bir ödül elde ederiz. Bu ödül ise, ebedi hayattır. (2) Tanrı'nın var olduğuna inanırsak, fakat Tanrı'nın var olmadığı ortaya çıkarsa, bu takdirde kaybetmişiz demektir; bununla birlikte, kaybımız, ebedi hayat ödülüyle kıyaslandığında, çok büyük olmaz. Kaybımız, birtakım dünyevi hazlardan uzak kalmakla, bazı değerli saatleri ibadet yaparak geçirmekle sınırlı kalır. (3) Tanrı'nın var olmadığına inanmış ve kazanmışsak (yani, Tanrı'nın gerçekten de var olmadığı ortaya çıkmışsa), bu takdirde, yaşantımızı bir yanılsama olmadan sürdüreceğiz demektir. (4) Tanrı'nın var olmadığına karar vermiş ve kaybetmişsek (yani, Tanrı'nın gerçekte var olduğu ortaya çıkarsa), ebedi hayat ödülünü kaybettiğimiz gibi, belki Tanrı tarafından cezalandırılma tehlikesiyle de karşı karşıya kalırız.
Aslında Pascal dört ihtimali ikiye indirme eğilimi sergiler. Buna göre, var olmuyorsa eğer, Tanrı'nın var olması ya da var olmaması ihtimaline karar vermiş veya oynamış olmamız pek büyük bir farklılık yaratmaz. Fakat Tanrı varsa eğer, O'nun var oluşuna mı yoksa yokluğuna mı oynadığımız çok büyük bir önem kazanır. Pascal, buradan hareketle makul ya da basiretli bir kumarbaza benzemesi gereken aklı başında bir müminin, bütün ihtimalleri hesaba katarak tek bir bir ihtimale oynamanın seçilecek en rasyonel davranış tarzı olduğunu kolaylıkla göreceği sonucuna varır.
Pascal'ın Tanrı'nın var olduğunu kanıtlamayı amaçlayan bir delil ya da argüman olarak değil de, kesin ya da sağlam delillerin yokluğunda dini hipoteze bağlanmanın çok daha akıllıca olduğunu göstermenin bir yolu olarak tasarlanmış bu argümanına, insanın inanmaya karar veremeyeceği, inanmanın rasyonel bir temel üzerine oturtulamayacağı, bu argümanın, insanın en içtenlikli olması gereken bir konuda, onu samimiyetsiz ve yalnızca kendi çıkarını gözeten bir varlık hâline getirdiği söylenerek itiraz edilmiştir.
Kierkegaard
Kierkegaard’a göre, iman ve aklın birbirini dışlamadan bir arada bulunmaları imanın epistemolojisi açısından zor görünmektedir. O dini inancın, özünde akıl ile uyuşmaz olduğunu öne sürerek fideist bakış açısının radikal bir versiyonunu geliştirir. Çünkü ona göre dini alanda mutlak teslimiyet vardır. Ya inanırsınız ya inanmazsınız; onun mantıki açıdan geçerli olup olmadığına bakmaksızın. İmanın değeri de buradan ileri gelmektedir, imanın objesi rasyonel olarak ispatlanamaz, ispatlanırsa o iman olmaz. İnsan aklının sınırları bellidir. İman önermeleri konusunda aklın bir takım faaliyetlerde bulunmasını beklemek, akla, kapasitesinin üstünde bir görev yüklemek olur.
Daha ılımlı bazı fideist düşünürler akla belli bir yere kadar görev verirken, Kierkegaard akılla imanı bir araya getirmemekte kararlıdır. Ona göre imanın olduğu yerde bilgi, bilginin olduğu yerde iman yoktur. İmanın sınırları bellidir, aklın da sınırları bellidir. İman bir sıçramadır.
Diyelim ki akıl bu alana girdi, o zaman aklın karşılaşacağı şey çelişki ve paradokstan başka bir şey değildir. Metafizik alanda ortaya atılan herhangi bir tez, başka bir anti tez ile çürütülebilmektedir. Böylece akıl birbirine eşit derecede doğru görünen iki doğru arasında yargısız kalmaktadır. Fideist epistemoloji aklı bu ikilemden kurtarmak için iman lehine bazı önermeleri doğru kabul eder. Örneğin “Tanrı vardır” şeklindeki önermenin “Tanrı yoktur” şeklindeki anti tezinden “Tanrı vardır” lehine imanı işe koşarlar.
Akıl ve nesnellik bizi imana götürmez. Yalnızca tutku Kierkegaard’ın iman olarak isimlendirdiği Absürd’e sıçrama olanağı sağlar. İman bu anlamda bir aykırılıktır. Bu aykırılık, insanın içindeki sınırsız tutkuyla, belirsiz iman objesi arasındadır. İnsanın, bu aykırılığın üstesinden gelmesinin tek yolu vardır, o da akıldan vazgeçerek yapacağı bir iman sıçramasıdır. İman alanı akla kapalıdır. Aklın çok ötesindedir. Burada geçerli olan irade ve sezgidir.
Aklın özelliği her şeyi açıklamak, netleştirmektir. Kierkegaard’a göre Hristiyan teolojisi açıklanabilir bir özelliğe sahip değildir. Hristiyan doğmaları ancak imanla anlaşılabilir. İman ise suje ve obje ilişkisinde güven temelinde kurulan bir irtibattır. “İman Kierkegaard için, doğru karar verildiğine dair kesinlik olmaksızın karanlığa dalmaktır. Onun için, ne gözleri kör eden ışık ne de mucizevi vahiy vardır. O, kurumsallaşmış doğmaların ya da dini yapıların kuyruğuna takılmadan, kendi cesaretinin verdiği güce dayanarak ilerlemek zorundadır.”
Kierkegaard’a göre dindar kişi Tanrı’yı kazanmak için her şeyini yitirmeyi göze alan kişidir. “İnanmak demek, kişinin Tanrı’yı kazanması için müdrikesini yitirmesi demektir” İman, dinin vahye dayalı iman esaslarına akli deliller ve karşı delilleri dikkate almadan bir iman atlayışı yaparak teslim olma ve bu şeksiz şüphesiz kabulü, samimiyet ve güvenle içselleştirilmiş dini yaşamadır
İmanın konusu spekülatif akıl değildir. Spekületif akıl, imanla tatmin olmaz. Aklın tatmin alanı farklıdır. İman ruhun tatmin alanıdır. Burada ne bir kanıt, ne bir delil vardır. Kierkegaard delilin imanı zayıflattığını düşünür. İmanın sağlamlığı delillerin sağlamlığı ya da çokluğu değil tutkudur.
Kierkegaard’ın düşünme yapısındaki öznellik vurgusu iman konusunda da kendini gösterir. Ona göre imanda subjektif yeterliliğin ön planda olması gerekir. Çünkü imandaki objektif kesinsizlik, insana kendi iradesi istikametinde hareket serbestîsi sağlar. Kişideki aşkına yönelik subjektif kesinlik ise onda imanın doğmasını sağlar. Bu konuda Kant da Kierkegaard gibi düşünür. “Kant’a göre inanç konusunda bilginin inkâr edilmesinde korkulacak bir şey yoktur. Hatta o, bu alanda bilginin arzu edilirliğinden bile şüphe etmektedir. Tanrı, inancın değil de bilginin konusu olsaydı insanın özgürlüğünden ve ahlakın otonomluğundan bahsetmek mümkün değildir.” Subjektif kesinlik inancın doğru olduğu konusundaki kesin kanaattir.
Kierkegaard’ın iman ile ilgili görüşlerini yönlendiren temel etken kendisinin bir Hristiyan olması dolayısıyla Hristiyanlıktaki temel doğmaların irrasyonel, açıklanamaz oluşudur. Yani o iman ile ilgili konuşurken Hristiyan imanından bahsetmektedir. Kierkegaard şunu da görmüştür ki eğer imanı rasyonalize etmeye kalkarsa Hristiyan inancının temeline dinamit koymuş olacaktı. Bu yüzden Kierkegaard “saçma olduğu için inanıyorum” tezine sıkı sıkı sarılmıştır. Tersi durumda yani imanı rasyonalize etmek demek Hristiyanlığı özünden kopararak başka bir kimliğe büründürmek demekti. Danimarka kilisesiyle girmiş olduğu polemik tamamen bununla ilgiliydi. Ona göre resmî Danimarka kilisesi Hristiyanlığı özünden koparmış, artık Hristiyanlık ilk günlerdeki gibi tazeliğini ve inandırıcılığını yitirmiştir. Kierkegaard Hristiyanlıktaki bu dönüşümün nedeni olarak da özellikle Hegel’le başlayan dönemin kolektif akılcı düşünce sistemlerini görüyordu. Hegel’e savaş açmasının nedeni de budur.
Metafizik alanda objektif bilgiden bahsedilemez. Bu alanda doğru bilgiden değil doğru inançtan söz edebiliriz. Doğru inancın tahkiki de mantık kriterleriyle değil; dinin sahip olduğu verilerle mümkündür. “Aklımızın sınırlı olduğu ve metafizik alanının da aşkın bir alan olduğu doğrudur; bu durumda bu alanla ilgili kesin rasyonel bilgiye hiçbir zaman ulaşamayacağımız da doğrudur.” Kierkegaard burada nasıl inanmamız gerektiği sorusunu cevaplamaya çalışır. Artık neye inandığımız değil nasıl inandığımız önemlidir.
İman önermelerinin ampirik yolla doğrulanması mümkün değildir. Bu önermeler kişi için deneysel olarak doğrulanmış önermeler kadar kesin olmasa da subjektif bir kesinliğe sahiptir. “İman hiçbir zaman bilginin kesinliği kadar kesin olamaz. Çünkü o doğrulanmadığı için objektif değerden yoksundur.” Ancak iman önermelerinin hakikat değeri kişi için tartışılamaz. Kişi imanından emindir. Aksi durumda iman olmaz.
Hristiyan teolojisinde iman akıldan öncedir. İman edildikten sonra rasyonel izah yapılır. Bir inanan inancı için makul nedenler bulur. Yoksa makul nedenlere sahip olduğu için herhangi bir dini önermeyi kabul ve tasdik etmez. İman Kierkegaard ve Luther için aklın zıddıdır ve aklın üstündedir. Objektif yöntemlerle dini önermelerin bir mantığını bulmaya çalışmak gereksiz bir uğraştır. Çünkü dini önermelere inanmadan onların mantığını anlamak mümkün değildir. Dini önermeler tahlil edilmeye, ampirik olarak doğruluğunun araştırılmasına uygun değildir. Bu doğmalara kayıtsız şartsız teslimiyet gerekmektedir. Araştırma ile iman önermelerini anlamaya çalışmak “nihai bir sonuca varmayı ve karara ulaşmayı sürekli güçleştirerek biteviye bir içi gerginliğine yol açabilmektedir.” Bir araştırma bitince diğeri başlayacağından dinin istediği teslimiyet de hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.
Aklın alanı fiziktir, deneysel dünyadır. Metafizik alanda aklın bir söz söyleme yetkisinin olduğunu söylemek çok da makul görünmemektedir. Aklın uğraş alanı bilgidir. İman ise iradeye, sezgiye dayalıdır. “Dinin istediği sarsılmaz kabul ve teslimiyeti” sağlayacak olan iradededir. Hristiyan teolojisinde irade yadsınamaz bir öneme sahiptir. İrrasyonel sahaya geçebilmek için gerekli son adım iradenin gücüyle atılmaktadır.
İrade iman sıçraması için tek ve yeterli şarttır ve Hristiyan inanç sisteminin temel yapısını oluşturmaktadır. Kierkegaard’a göre de imanı değerli kılan tam olarak bilinmeyene iradeye dayalı olarak gözü kapalı bir şekilde yapılan sıçramadır. “İradenin gücü iman objesi olarak insana sunulan ve kabul etmesi istenilen şeylerin maakullüğü veya irrasyonelliği ile bağlantılıdır. Eğer inanılacak şeyler akla yatkın olmayan şeyler ise orada onların kabulü için güçlü bir irade gerekmektedir ve bu yüzden Hristiyan inanç sisteminde iradeye özel bir değer ve önem atfedilmektedir.”
Kierkegaard’ın dini epistemolojisini şu şekilde özetlemek mümkündür. “Bir şeye inanıyorsan onu bilmiyorsun demektir; bir şeyi biliyorsan da ona inanmıyorsun demektir” Bilgi ile imanın bir arada bulunmadığı bu epistemolojide akıl ile imanın sınırları da kesin olarak ayrılmıştır.
Tahmin Savı
Kierkegaard’ın aklın dini alandaki işlevi ile ilgili temel savı, aklın bu alanda asla bir kesinliğe ulaşmayacağıdır;
“İmana sahip olmak isteyen birisi var, işte burada komedi başlamaktadır. Evet, o, imana sahip olmak istiyor ancak (aynı zamanda) o, bundan nesnel muhakeme ve tahmini vargı aracılığıyla emin olmak istiyor. Ne oluyor? Tahmini vargı nedeniyle absürt başka bir şey hâline geliyor; o ihtimalli bir hale geliyor, o giderek daha muhtemel hale geliyor; şimdi kişi, bir ayakkabıcı, terzi ya da basit insanlar gibi inanmadığını buna karşılık uzun bir düşünme sonunda iman ettiğini söylemeye cesaret ediyor. Ancak onun iman etmesi mümkün değildir. Herhangi bir şey hemen hemen mümkün ya da mümkün olabilir, ya da ekstrem ve vurgulu bir şekilde mümkün olabilir. Bir kişi yaklaşık olarak biliyor olabilir; fakat onun inanması mümkün değildir. Oysaki imanın objesi olan absürde ancak inanılabilir.”
Alıntıdan da anlaşılacağı gibi Kierkegaard, aklın araştırma sürecinde hiçbir sonuca ulaşamayacağını söylemek istemiyor; tabii ki akıl bir takım sonuçlara ulaşacaktır ama bu dinin arzuladığı bir sonuç değildir. Kierkegaard, bununla Hristiyanlığı tarihsel bir eleştiriden kurtarmak ister. Ona göre eğer Hristiyanlık tarihsel bir doküman olarak görülürse, tarihsellik açısından elde edilebilecek en büyük kesinlik tahmini vargı olacaktır ve tahmini vargı kişinin mutluluğunu temellendirmek için uygun değildir. Kutsal Kitap üzerinden yapılacak herhangi bir tarihsel araştırma, aklı birçok çelişkiye düşürecektir. Bu anlamda iman sadece bir çözüm olabilir. Bir kişi, araştırma sonuçları üzerine ebedi mutluluğunu inşa etmek istediğinde, bir sonuç alamadığını fark edecektir; çünkü araştırma konusunda var olan zıtlıklar onu mutsuzluğa sevk edecektir.
Kierkegaard için iman kesinlik taşır onda şüpheye rastlanmaz. Nesnel akıl yürütme de çoğu zaman ihtimalli sonuçlara ulaştığından şüpheyi dışarıda bırakmaz. İman kararı hata ihtimalini kabul etmeyen bir karardır. Tahmini bir vargı ebedi mutluluğun temeli olamaz.
Ona göre iman, inanan kişinin bütün samimiyetiyle iman objesine sınırsız bir ilgi duymasıdır. İman objesine sınırsız bir tutkuyla yönelen kişinin büyük bir hata ihtimali olsa bile bu, Kierkegaard’a göre endişe edilecek bir durum değildir; çünkü imandaki sınırsız ilgi hata ihtimalini kaldırır. Nesnel olarak yaklaşıldığında elde edilebilecek doğruluk sadece tahmini bir vargı iken, öznel olarak yaklaşıldığında içsellik elde edilecektir. Tillich’in ifadesiyle söylersek “iman düşük dereceli olasılık taşıyan bir bilgi değildir. Onun kesinliği, kuramsal akıl yürütmenin belirsiz kesinliği de değildir.” İman delilin ötesinde, nesnel akıl yürütmeyle doğrulanamayacak bir atlayış ister.
“Hâsılı biz, Hristiyan dininin mucizelerle el ele gidişinin yalnız başlangıçta olmuş olmayıp, bugün bile, mucizesiz olarak, aklı başında hiçbir insanın inananı elde edemeyeceği sonucuna varabiliriz. Yalnız akıl ve mantık, bizi, bu dinin doğruluğuna inandırmaya yetmez; bu bakımdan her kim ki iman yoluyla bu dini kabule eğilimli bulunur, bu kimse, kendi varlığında sürekli bir mucizenin şuurunu duyar; şöyle ki bu mucize, hem bu kimsenin idrakinin bütün prensiplerini altüst eder, hem de aynı kimseyi, alışkanlıkla deneye en zıt ve aykırı olan ne varsa ona inanmaya yöneltir.”
Böylece Hume de Kierkegaard gibi Hristiyanlığın temel doğmalarının akıl yoluyla temellendirilemeyeceğini kabul etmekte, bu alanı imana konu etmektedir.
Sonuç olarak, Kierkegaard’a göre, nesnel akıl yürütme sürecinde kişi ancak, bilgisel açıdan olasılık taşıyan bir sonuç elde eder. Bu sonuç ise gerek hata ihtimalini dışlamadığından gerekse ebedi mutluluğun temeli olacak kesinliği sağlayamadığından, kişiyi imana götürmez.
Erteleme Savı
Yukarıdaki bölümde nesnel akıl yürütmenin taşıdığı hata olasılığını gördük. Ancak Kierkegaard için bu sorunun bir başka boyutu daha vardır. Akıl yürütme sürecinde birey, hatalarla karşılaştıkça bunların üstesinden gelmeye çalışacaktır; ancak çözdüğü her sorun onu başka çözmesi gereken soruna götürecektir. Bu süreç böylece süreceğinden inanan bir türlü dinin istediği pratikleri yapma noktasına gelemeyecektir. “Tarihsel araştırma sürecinde yeni zorluklar çıkar ve bunların üstesinden gelinir ve tekrar yeni zorluklar… Vesaire… (bu şekilde) imanın objesine ilişkin sınırsız kişisel ilgi giderek daha da azalacaktır, çünkü karar ertelenmiştir. Ve yine daha sonra öğrenilecek bir soruşturmanın sonucu için ertelenmiştir”
Kierkegaard buna şu ironik örneği verir: Bir kişi tahkik sürecini yetmiş yaşına kadar sürdürür. Ölümüne iki hafta kala, araştırdığı konuyu aydınlatacak yeni bir yayının çıkmasını sabırsızlıkla beklemektedir. Sonuçta problemle ilgili her yeni bilgi, dini anlamda istenen tutku ve adanmanın bir sonraki basamağa ertelenmesi anlamına gelecektir. Böylece sürekli yeni parantezler açılacak ve her yeni parantezde birey yoldan çıkma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doğrularını sürekli sorgulamakla meşgul kişi, sürekli karanlıkta yürümektedir, yüz yaşına kadar olsa bile parantezler bitmeyecektir.
Kierkegaard’a göre söz konusu akıl yürütme Tanrı hakkında ise durum daha da vahimdir. Tanrı hakkında akıl yürütmek Kutsal Kitap’la ilgili araştırma yapmaktan daha zor ve kompleks bir konudur. Kişi Tanrı ile ilgili akıl yürütmelerinde hep çatışmaya düşmekten kurtulamayacaktır. Kierkegaard Tanrı’yı kanıtlanamaz olarak görür. “Çünkü Tanrı yoksa onu ispatlamaya çalışmak şüphesiz imkânsız olurdu, eğer varsa onu kanıtlamaya kalkışmak aptalca bir teşebbüs olurdu.” Kierkegaard var olandan hareketle Tanrı’yı ispatlama fikrine karşı çıkar. Bu nedenle düzen-gaye delili onun için bir anlam ifade etmez. Çünkü onun varlığı için ileri sürülmüş her delil şüphelidir, en ufak yeni bir gelişmeyle çürütülmeye açıktır.
Bir kişinin kendisini, nesnel delil ya da delillerle temellendirilmiş bir inanca teslim ettiğini düşünelim, Kierkegaard’a göre bu kişi inancını pamuk ipliğine bağlamış demektir. Çünkü bu kişinin ilerleyen zamanlarda yeni şüphelerle karşılaşması muhtemeldir. Ona göre sübjektif olan din alanına nesnel bir metodolojiyle yaklaşılması hâlinde, yapılan dini soruşturma asla hata ihtimalini dışlamayacaktır. Bu realitenin doğal bir sonucu olarak da dini teslimiyet biteviye ertelenecektir. Bu ise din için arzulanabilir bir şey değildir.
İnsanın kurtuluşu göz önüne alındığında sonu gelmez akıl yürütmenin ve araştırmanın faydasız olduğu açıktır. Dini bakış, insanın bu dünyadaki ömrünün kısalığını göz önüne alarak, bu kısa süreyi Tanrı’yı memnun edecek güzel işler yaparak geçirmeyi öğütler. Tek başına teorik etkinlik insanın kurtuluşu için bir anlam ifade etmemekte gibidir. Bu durumun tipik bir örneğini Gazzali’de görüyoruz: “Dünya lezzet ve şehvetlerinin zincirleri beni Bağdat’ta kalmaya doğru çekerken iman çağrısı da (şu çağrıyı yapmaktaydı): Yolculuğa hazırlan, yolculuğa hazırlan. Çünkü senin ömrünün azı kalmıştır. Önünde uzun bir ahiret yolculuğu var. Eğer şimdiden ahiret hazırlığını yapmazsan ne zaman hazırlanacaksın"
Sonuç olarak Kierkegaard’a göre, en yüksek düzeyde bir araştırmanın sonuçları bile tartışmaya açıktır, kesinlikten uzaktır. Nesnel araştırma sürecinden şüpheyi uzak tutmak mümkün görünmemektedir. Nesnel bilginin dini alanda gerekli olmadığını, hatta zararlı olduğunu söyler. Çünkü ne kadar nesnel bilgi o kadar az tutku demektir. Bu ise insanı ebedi mutluluğa götürmez. Ebedi mutluluk ancak öznel bir şekilde elde edilebilir. Öznel hakikat ise nesnel teorik bilginin şüphe duyulmaz temellerini ve mantıksal argümana dayanan kesinliğini amaçlamaz. Kierkegaard’a göre, insan kaçınılmaz bir biçimde argümanın değil, fakat kararın zorunlu olduğu bir noktaya varmak durumundadır.
İman ve Öznellik
Kierkegaard için her şeyden önce söylenebilecek şey onun bireyci olduğudur. Aydınlanma felsefesi ile başlayan nesnelci-bilimselci akımın tersine Kierkegaard bireyi ve öznelliği ön plana çıkarmıştır. Kant ile başlayan bireyi ve onun algılayışını temel olan anlayışa son noktayı Kierkegaard koymuştur. Zira Kant’ın öznesi genel özne iken Kierkegaard’ın öznesi bireysel öznedir. Bireysel özne kendi kararlarında mutlak söz sahibidir. Çünkü Kierkegaard’a göre hayatımızda nasıl yaşayacağımızı yönlendirecek mutlak doğrular, mutlak değerler yoktur. Her birey kendi hayat yolunu kendi seçmeli ve takip etmelidir.
Kierkegaard’a göre “ hakikat özneldir.” İman söz konusu olduğunda bu daha da belirginleşir. Suje ile obje arsındaki bu ilişkide suje neye inandığının bilgisine sahiptir, ancak sahip olduğu bu bilgiyi bir başka kimseye anlatması mümkün değildir. Kierkegaard’ın psikolojik durum olarak tasvir ettiği bu tecrübe değerlidir. Çünkü “psikolojik durumlar tek bir kişiye özgüdür.” Kierkegaard asıl vurguyu inanılan şeye değil nasıl inanıldığına yapmamamız gerektiğini söyler. Zira inanılan şeyin kesinliğinden emin olmak imkânsızdır ve daha da önemlisi bu bize yaşamak için bir sebep vermez. Bu yüzden neyin doğru olduğu veya neye inandığımız önemli değil önemli olan bütün varlığımızı o inandığımız şeye verebilmektir.
Ona göre, insan varoluşunun olduğu yerde doğa bilimlerindeki gibi nesnel, evrensel, zorunlu doğrular yoktur, buna karşın hakikatin öznel, tikel ve kısmi yönleri vardır. Söz konusu iman olunca bu öznellik daha da belirginleşmektedir. Çünkü imanın nesnesi olan, Tanrı’nın varlığı, enkarnasyon, ilk günah gibi konuları nesnel bir düzlemde temellendirmek mümkün değildir. Her bireyin algılayışı kendine göredir ve bunun ifadesi de mümkün değildir. Kişi sahip olduğu şeyin farkındadır; ancak neye sahip olduğunu söyleyemez ancak yaşar. Kierkegaard da Wittgenstein gibi dini doğruların dil ile aktarılamayacağını savunur.
İman irrasyonel özellikleri bünyesinde barındırır. “ Dini inancı, bir felsefi sisteme, bir bilimsel paradigmaya, bir siyasal dünya görüşüne bağlılıktan ayıran temel faktörlerin başında iman olgusunun taşıdığı spesifik özellikler gelir.” İmanın yapısındaki bu spesifik özelliklerin başında Kierkegaard’a göre; irade, sezgi ve tutku gelmektedir. Kierkegaard dua eden iki adam örneği verir. Biri “Tanrı’nın doğru algılanışına” (Kierkegaard için Hristiyan olan) dua etmektedir: ama yanlış bir ruhla, ikinci adam ilkel idolüne, “Sonsuz için tam bir tutkuyla” dua eden bir pagandır. Kierkegaard için en büyük öznel gerçeğin sahibi ikinci adamdır. Çünkü önemli olan varoluşumuzla temelden bağlantılı olan öznel gerçeklerdir.
Kierkegaard öznel gerçekliği birebir varoluşumuzla ilişkilendirir. “Teoloji, akıl ve sağduyunun ötesine geçmeseydi öğretileri kolay ve bildik görünürdü.” diyen Hume, Tanrı’yı bu dünyanın olgusal gerçeklerine dayanarak ispatlamanın yanlışlığını ortaya koyarken; Kierkegaard da imanın irrasyonel paradoksal ve nihayet varoluşsal oluşunu iddia eder ve iman ilkelerinin nesnel dünyaya olan üstünlüğünü dile getirmiş olmaktadır. Sonlu sonsuz arasındaki paradoksal ilişki bu dünyanın kelimeleriyle açıklanabilecek bir ilişki değildir. Sonsuzun müstağni oluşu, sonlunum bağımlı oluşu bu paradoksu doğuran en önemli etkendir.
İman kendisine has kuralları olan, kendisine has iç dinamikleri olan farklı bir dil kullanmaktadır. Onun dilinden ancak inanan kişi anlar ve bu tecrübe kendine hastır, aktarılamaz. Dışsal dünyanın kavramları ile düşündüğümüzde saçma diyebileceğimiz birçok özelliği bünyesinde barındırır. İbrahim’in kurban hadisesinde bunu çok açık görebiliyoruz. Bir babanın oğlunu kesmesi gibi vahşi bir cinayeti hiçbir akli ve ahlaki delil açıklayamaz. Bu durum aklın algılayışına ters olduğu gibi, ahlaki değerler açısından da nefretle kınanması gereken bir durumdur. “Aşikâr bir haklılandırma, ya da herhangi bir neden olmadan inen bu emir hem babanın doğal duygusal bağlarına ve hem de anlaşılabilir bir insan toplumunun temel ahlaki ilkelerine ters düşer.” Buradan bakıldığında imanı düşüncenin ötesinde bir yerde konumlandırmak zaruridir. Bu yüzden zihinsel faaliyetlerle imanı anlamaya çalışmak, zihni kendi alanının dışına çıkarmak olur.
Kierkegaard’a göre risk olmadan iman olmaz. Eğer biz Tanrı’nın var olduğunu bilseydik, onun var olduğuna dair elimizde kesin kanıt olsaydı, o zaman imana gerek olmazdı. Tanrı’nın varlığına ilişkin kanıtımız olmadığı için iman olanaklıdır. Çünkü kanıt nesnel açıdan kesin olan bir şeyi göstermek demektir. Oysa kesinlik ile tutku bir oraya gelemez ve tutku (kesinlik lehine) dışta bırakılırsa iman ortadan kalkar. İmanın olanaklı olması için, ayrıca nesnel olarak kesinlik bulunmasına rağmen, kişinin bu belirsizliğe karşın Tanrı’ya tutkuyla bağlanması gereklidir. Dolayısıyla insan, Kierkegaard’a göre Tanrı’nın varoluşu paradoksal olmasına rağmen kişisel bir şekilde inanmaya karar vermektedir.
İman ve Paradoks
Paradoks, Kierkegaard’ın düşüncesinde merkezi bir kavramdır. O, açık bir şekilde ifade eder ki: “Hristiyanlık kesin olarak paradoksaldır ve son olarak, her noktada paradoksaldır.” Kierkegaard farklı bir düşünürdür. Diğer filozoflar gibi kavramlar üzerinden düşüncesini ortaya koymamış, varoluşu ve onun öznelliğini ön plana çıkarmıştır. Bu nedenle paradoks kavramının da bir tanımını vermemiştir. Kierkegaard için paradoks, iki karşıt varoluşsal varlık arasındaki ortak ilişkiye gönderme yapan bir kategori ya da kavramdır. Bunu açarsak;
İlk olarak, paradoksun kendisi Hristiyanlığın hakikatini yorumlamak için Kierkegaard tarafından tasarlanan bir kategori ya da kavramdır. Ona göre paradoks olumsuz değil olumlu bir kategoridir. İkinci olarak paradoks saf bir kavram değildir. O gerçekliği olan ve gerçekliğe gönderme yapan bir kategoridir. Üçüncü olarak, iki karşıt varoluşsal varlığı içerir. Kierkegarrd için Tanrı ve insan niteliksel olarak farklı iki varlıktır ve paradoks bu ilişkinin paradoks olup olmadığıyla ilgili değil, arasındaki ilişki ile ilgilidir.
Kierkegaard’ın görüşüne göre paradoks Tanrı ve insan, özgürlük ve zorunluluk, sonsuzluk ve zaman gibi iki karşıt varoluşsal varlıktan meydana gelir. Paradoks varoluşsal bir varlık ve saf kavram arsındaki ortak ilişkiye dayanmaz. Kierkegaard için enkarnasyon paradoksu, Tanrının evrensel insana değil fakat belirli bir zaman ve yerdeki belirli bir kişiliğe sahip olduğu olgusuna dayanır.
Oxford İngilizce Sözlükte paradoks sözcüğün iki temel kullanımı vardır. İlk kullanım “ölçüt olarak kabul edilen görüş ya da inanca karşı olan bir ifade ya da öğretidir. Böyle bir kullanım Kierkegaard paradoksunun anlamına uygun olmayabilir. Ölçüt olarak kabul edilen görüş zamanla değişebildiği için paradoks böyle bir kullanımda mutlak değildir. Zira paradoks Kierkegaard için mutlaktır. Başka bir kullanım, “Görünüşe göre, soruşturmayla ya da açıklandığında saçma olduğu ispatlanabilir olmasına rağmen, kendisiyle çelişen, saçma ya da genel anlamıyla uyuşmayan bir ifade ya da varsayımdır.” Bu kullanım da Kierkeggard’ın paradoksunu tam karşılamamaktadır. Çünkü Kierkegaard için paradoks, geleneksel mantık anlamında aklın kavrayışının ötesindedir.
Geleneksel mantık sadece saf kavramlarla uğraşır, varoluşsal varlıklarla değil. Bu yüzden Kierkegaard ifade eder ki, mantık gerçek anlamda varoluştan farklıdır. Paradoksun kendisi, bir kavram olmasına ve gerçekliğe gönderme yapmasına rağmen, Kierkegaard saf bir kavram olarak paradokstan çok, bir gerçeklik olarak paradoksla ilgilenir. O paradoks sözcüğünü temel olarak, bir kavramdan ziyade bir gerçeklik anlamında kullanır. Felsefesinde bir varoluş ve düşünme ikiliği vardır ve öncelikli ilgi konusu düşünmeden çok varoluştur.
Kierkegaard için paradoks aklın nesnesinden çok inancın nesnesidir. Onun iddiası paradoksun varoluş alanına ait olduğudur. Bu yüzden de akıl, yani geleneksel (mantık) iki ayrı varoluş ve düşüncenin iki ayrı alanına aittir. Varoluş alanı inancın alanıdır, düşünme alanı geleneksel mantığın alanıdır.
Kierkegaard’ın paradoks için verdiği örneklerin paradoksun doğasına ilişkin aydınlatıcı değerleri vardır. İbrahim’in oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban etme kararı alışı Kierkegaard’ın Regine ile nişanı attıktan sonra yeniden bir araya gelme umudunu canlı tutması, hep saçma olanın kendisini açığa vurduğu yerlerdir.
Kierkegaard imanın bir paradoks olduğu hususunda ısrarla durur ve bunu farklı şekillerde özellikle Korku ve Titreme’de açıklar. Ona göre iman öyle bir paradokstur ki bir cinayeti Tanrı’yı memnun kılan bir eyleme dönüştürebilir; öyle bir paradoks ki İshak’ı İbrahim’e geri verir. Öyle bir paradoks ki hiçbir düşünce onu alt edemez. Çünkü imanın başladığı yer düşüncenin terk ettiği yerdir. İman aynı zamanda şu paradokstur; tikel olan evrensel olandan iyidir. Evrensel olanın içinde yer aldıktan sonra tikel olarak kendini evrensel olandan daha yukarıya koyar. Eğer iman buna yol açmıyorsa İbrahim yitirilmiş ve iman dünyada hiçbir zaman var olmamış demektir.
İmandaki bir diğer paradoks da şudur: Birey, evrensel olandan yücedir, birey evrenselle ilişkisini mutlak ile olan ilişkisine göre belirler. Bazen mutlak, evrensel (ahlaki) olanla çatışabilecek şeyleri de isteyebilir. Bu durumda evrensel olan askıya alınır. Çünkü Tanrı’nın iradesi mutlaktır. Paradoks Tanrı’ya karşı mutlak görevin var olduğu söylenerek de ifade edilebilir. Çünkü bu görev ilişkisinde kişi birey olarak mutlakla mutlak olarak ilişkidedir. Böylece bu ilişkide Tanrı’yı sevmenin bir görev olduğu söylendiğinde daha önce söylenenlerden farklı bir şey söylenmiş olur. Çünkü bu görev mutlak ise, etik olan göreli bir konuma indirgenmiş demektir. Ne var ki böyle olsa bile bu etik olanın ortadan kaldırılmasını gerektirmez. Paradoks tamamen farklı bir ifade edinir.
Aynı zamanda şu paradoksu da içerir; kişi kendisini kesinlikle başkasına anlaşılır kılamaz. İnsanlar kişinin kendini aynı durumdaki başkasına anlaşılabilir kılabileceğini tasarlayabilir. Bir iman şövalyesi diğerine hiçbir yardımda bulunamaz. Kişi ya paradoksun yükünü omuzlayarak bir iman şövalyesi olur ya da hiçbir zaman olamaz. Birey ancak tikel bir birey olarak bir iman şövalyesi olabilir.
Kierkegaard’a göre eğer kişinin Tanrı’ya inanma iradesi varsa, bu Tanrı için her şeyin mümkün olduğuna inanıp inanılmaması demektir ki bunun manası da kişinin aklını bir kenara bırakması demektir. İşte kişinin Tanrı’yı kazanmak için aklını bir kenara bırakması inanma eyleminin bizzat kendisini oluşturur. Onun için hayat hakkındaki nihai gerçek daima bir saçmalıktır. Fakat bu mutlak bir saçmalık olamaz. İnsan zihninin her zaman kendini merkez olarak önceden inşa ettiği bir anlam sistemini aşması gerektiği ölçüde bir saçmalıktır ama tam bir saçmalık değildir. Eğer böyle olmasaydı herhangi bir inanç elde edilemezdi. Kierkegaard bu anlamda daha ileri gider ve der ki; “hemen hemen muhtemel olan yahut da son derece muhtemel olan her şey, insanın hemen hemen bilebileceği veya neredeyse bilebileceği bir şeydir. Fakat buna inanılması imkânsızdır.” Zira imanın konusu saçma olandır ve saçma inanılacak yegâne şeydir.
Diğer temel unsurlarla birlikte enkarnasyon inancı şüphesiz Hristiyanlığın en çetin paradokslarından biridir. Hristiyanlık için ayırt edici olan bu paradoks, Kierkegaard’ın irrasyonalizminin de temel sebebidir. Kierkegaard rasyonel zeminde ifade edilemeyen bu asli unsurları diğer Hristiyan teologları gibi değiştirmeden olduğu şekliyle kabul etmiş bu sav üzerinden kendi epistemolojisini inşa etmiştir. İsa insan olmak yönüyle sonlunun; Tanrı olmak yönüyle de sonsuzun sentezidir. Bir arada bulunması normal şartlarda mümkün olmayan bu iki özelliğin İsa’nın şahsında birleşmesi onu, Hristiyanlığın en önemli paradoksu hâline getirmiştir. “Hz. İsa sonlunun ve sınırsızın; ebedinin ve canlı olanın paradoksal bir birleşimini ifade eder.” Kierkegaard’da imanın objesi paradokstur ve İsa’nın paradoksu Tanrı-insan olmasıdır.
“Tanrı’nın insan biçiminde varlığa gelmesi, doğması büyümesi kelimenin tam anlamıyla bir paradokstur.” Kierkegaard da bunun makul bir izah tarzı olmadığını bilmektedir. Mutlak aşkın varlığı yarattığı diğer varlıklarla düşünmek paradokstur. Bu düşünce insan zihni için kabullenmesi zor bir konudur. Bunun en önemli sebebi iki varlık arasındaki ontolojik farklılıktır. Bu ontolojik farklılığın eşitlenmesi, yani Tanrı’nın herhangi bir birey gibi olması diğer bireylerden ayırt edilmesinin imkânsız olması, çözümü rasyonel zeminde imkânsız bir konudur.
Belli bir zaman ve mekânda kişiliğe bürünen İsa ne tam anlamıyla Tanrısal özelliklere sahiptir ne de insani. Bu durum inanları açısından anlaşılması güç bir durum meydana getiriyordu. Bu güçlükten dolayı Hristiyanlar ilk zamanlarda İsa ile ilgili iki yanlış doktrinden birini tercih ediyorlardı. Ya İsa’nın Tanrısal özelliklerini yok ediyorlardı ya İsa’nın insani özelliklerini. Sonraki dönemlerde bu düşünce değişti ve İsa’ya hem insani hem Tanrısal özellikleri aynı anda verildi fakat bu düşünce tamamıyla irrasyonelliktir ve Kierkegaard’a göre dini imanın yapısı budur.
Enkarnasyon az ya da çok ihtimalli bir gerçek değildir. Aklımız için imkânsızlıktır. Kierkegaard da Tanrı’nın insan şeklinde var olmasının bir çelişki olduğunu kabul eder. O Hristiyanlığın pek çok önermesinin içinde paradoks barındırdığını yadsımaz zaten. O sisteminde bu paradoksları rasyonalize etme çabasında da değildir. Bu önermelerin çelişkili olduğunu kabul edip buna göre sistemini inşa eder. Kierkegaard’ın dini epistemolojisinin tamamında bu görüş hâkimdir.
İman ve Şüphe
Felsefi terminolojide farklı şüphe anlayışları vardır. Bunların arasında, rasyonel şüphe, metodik şüphe, septik şüphe ve varoluşsal şüphe gösterilebilir. İmanın yapısında var olan şüpheyi hem Descartes’in ortaya koyduğu şüpheden ve septiklerin ortaya koyduğu şüpheden ayırmak gerekir. Metodik şüphe araçsal bir değer taşır ve bilimsel araştırmaların daha sağlam ve güvenilir sonuçlara ulaşmasını sağlamada önemli görev üstlenir. Doğru bilgiye açık seçik ulaşıncaya kadar her şeyden şüphe etmeyi öngörür. Septik şüphe bir tutumdur. Prensip olarak her şeyden şüphe etmektir. Mantıki açıdan septik şüpheyi alt etmek mümkün değildir. Bu şüphe bütün ihtimalleri düşündürmesi açısından ‘fark ettirici’ bir özelliğe sahiptir. “Her iman eyleminde zımni olarak var olan ne metodolojik ne de septik şüphedir. O her riske eşlik eden şüphedir”
Rasyonel şüphe akli temelde duyulan bir güvensizliktir. Zihnin iki zıt durumdan birine karar vermede yargıyı askıya alma durumudur. Hristiyan imanı kendi yapısını sağlam kuramadığı için özellikle rasyonel şüphenin etkilerine maruz kalmıştır. Rasyonel şüphe sağlam bir iman için aslında geçilmesi gereken bir aşamadır.
Kierkegaard’ın kullandığı şüphe varoluşsal şüphedir. Bu şüpheyi imanın mahiyetinden ayırmak mümkün değildir. Yani iman önermelerinin bünyesinde taşıdığı, onun asli unsuru olan şüphedir. Varoluşsal şüphe imanın bizatihi kendisinde var olduğundan zihin sürekli tedirgin bir haldedir. Kierkegaard’a göre bu durum zihnin sürekli teyakkuzda olmasını sağladığı için yararlıdır. Kimi düşünürlere göre ise bu Hristiyan imanındaki irrasyonel unsurların bir zorlamasıdır. “Çünkü makul olmayan bir takım şeylerle ilgili bir imandan şüpheyi uzaklaştırmak mümkün değildir.”
İman önermelerindeki bu sıra dışılık, belirsizlik ve ardışıksızlık insan psikolojisi üzerinde bir dinamizm meydan getirir, zihnin sürekli canlı ve heyecanlı oluşu sürekli bir oluş hâlinde olmasını sağlar, bu da sürekli bir tercihler zinciri içinde olmaya neden olur. Kişi şayet kendini rahat hissederse bu onun için büyük bir risktir. İman gözü kapalı atılan bir adımdır. Adımın atıldığı zemin sağlam olabilir de, uçsuz bucaksız bir uçurum da olabilir. Bir anlamda kişi imanın objesine mutlak bir güven ve teslimiyetle büyük bir riske atılır. “Risksiz iman olmaz. İman özellikle nesnel belirsizlik ve bireyin içindeki sonsuz tutku arsındaki zıtlıktır.”
Şüphe cesaret, risk ve gerilim öğelerini bünyesinde barındıran bu dinamik şüphe anlayışında Kierkegaard için, insanın imanın objesiyle sürekli canlı bir ilişkiye girmesini sağlamaktadır. Fakat burada şüphe kendisine inanılan için değil, inanan için söz konusudur. İnsan ile Tanrı arsındaki iman ilişkisinde hem kesinlik hem de şüphe vardır. Tillich’e göre “imanın ilişkide olduğu sonsuz, bir sonlu varlık tarafından tecrübe edildiği sürece iman kesin değildir.” Süjenin sınırlı kapasitesiyle iman objesini idrak etmesi mümkün değildir. Bundan dolayı iman ilişkisinde bir taraf hep sınırlı olacağından şüphe de onun ayrılmaz bir parçası olacaktır.
Alınan riskin büyüklüğü imanın derecesi hakkında bize bir ipucu verir. Ne kadar büyük risk alınırsa iman o kadar büyük önem taşır ve değerlenir. Çünkü imanda bir meydan okuma vardır. Makul, anlaşılır olana inat saçma ve ihtimalli olana bir sıçrayıştır iman. Kişi imandaki riskin büyüklüğünü her zaman omuzlarında hisseder. İman eyleminin başarısız olma ihtimali de vardır. Eğer iman eylemi başarısızlıkla sonuçlanırsa bu kişi için büyük yıkıma neden olur. “Ne kadar çok risk alınırsa o kadar yoğun iman olur. Ne kadar nesnel güvenirlik varsa o kadar az içsellik vardır”
Kierkegaard için cesaret de şüphe ile düşünülmesi gereken hatta mutlaka bulunması gereken bir unsurdur. Şüpheyi imanın unsuru olarak kabul edebilmek için mutlaka cesaretin bulunması gerekir. İmandaki şüphe unsuru cesareti anlamlı kılmaktadır. Risk olmasaydı cesaretin de anlamı olmayacaktı. İmandaki cesaret şüpheye rağmen iman önermelerinin kabul edilebilmesidir. Bir anlamda büyük bir risk alınarak imanın objesine teslim olmaktır. Yani bu kişinin Tanrı olamaz, bütün deliller onun aleyhine; fakat ben yine de inanıyorum diyerek risk alması ve Tanrı’ya teslim olmasıdır.
İnanan imanını kaybetmemek için sürekli bir çaba içerisindedir. Kierkegaard’da iman durağan olmayan aksine canlı ve diri tutulması gereken bir şeydir. İnanan bilir ki attığı her adımdan sonra atılacak başka bir adım vardır. İmanın tutarlılığı sürekli olarak yeniden onaylanması yani tekrarlanmasıdır. Tekrar edilme aynı zamanda başka bir riski beraberinde getirmektedir. Bu da son adım atılmadıkça imanın ortadan kalkacağıdır. Atılmayan her bir son adım imanın bir daha geri gelmemek üzere yerini imansızlığa bırakması anlamına gelir.
“Şüphe ile karışık iman ilk bakışta çelişkili bir kavram gibi görünmektedir” ancak imandaki şüphe subjektif kesinliğe sahip olmasına rağmen objektif olarak kesin olmamasıdır. Dışarıdan bakan için iman sağlam temelleri olmayan ihtimalli gibi görünür yani objektifliği yoktur. Bu da tam da Kierkegaard’ın varoluşsal şüphesine karşılık gelmektedir. Bu iman hiçbir aşamada öznel kimliğini kaybetmez.
Kişi gerçek bir iman sahibiyse ne Tanrı’nın varlığından ne de onun yapabileceklerinden şüphe duyar. Teslimiyette güven esastır. Kişi her şeyi ile kendini Tanrı’ya adamıştır. Egzistansiyalist şüphe Tanrı’dan değil kendinden şüphe etmeyi gerektirir. Kişi imanın olgunluğunu sürekli canlı tutmalı her an tedbirini almalıdır. Kierkegaard’a göre insanı her zaman canlı tutacağı için böylesi yararlıdır. Onun için gerek oluş gerekse onunla paralel olan iman yenilenmediği zaman elimizden kayıp gitmektedir.
Hristiyan teolojisinde aklın yerine irade ön planda olduğu için imanın ve şüphenin bir arada olması mümkündür yoksa zihin şüphe halini yaşarken iman etmek mümkün değildir; ancak Hristiyanlıkta şüphe asli bir unsur olarak imanın yanında sürekli bir şekilde bulunabilmektedir.
Aklın olduğu yerde şüphe, insanı zorlar. İrade ise şüphe ile uğraşmaz, onu görmezden gelir. Akla muhalif dahi olsa içinden gelen şeyi yapar. Yani şüphe akıl ile çelişmektedir, onlar iki zıt kutuptur. Rasyonel zeminde ikisinin de birbirini dışlayan bir yapısı vardır.
Hristiyanlık hakkında konuşurken Kierkegaard “tüm şüpheleri savmak mümkün değildir” der. Hristiyanlık açısından bakıldığında Kierkegaard’ın görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Dinin temel yapısına bakıldığında gerek Tanrı anlayışı gerekse Tanrı-insan ilişkisi paradokslarla doludur. Bu öğelerin makul bir şekilde açıklanması mümkün değildir. Eğer bu önermeler rasyonel zemine çekilirse tümü üzerindeki paradoksları savmak mümkün değildir.
Görülüyor ki, Kierkegaard’ın sisteminde şüphe negatif değil pozitif bir özelliğe sahiptir. Şüphe imanı sağlamlaştırma görevi gören dinamik bir yapıya sahiptir. İnanan kişi sürekli imanını tazelemekte böylece onda bir sorunun ortaya çıkmasını engellemektedir. Şüphe inanan kişiyi sürekli diri tutar çünkü imanda her zaman bir risk vardır ve riskin büyüklüğü imanı değerli kılar. Büyük risk büyük cesaret gerektirir. Bu yüzden cesaret imanın asli unsurlarından biridir. Çünkü iman bir meydan okumadır. Egzistansiyalist şüphe imanın varoluşsal bir unsurudur ve irade olmadan hiçbir anlam ifade etmez.
İman ve Umutsuzluk
Kierkegaard’ın kendisi için seçmiş olduğu misyon, bireyin mutsuzluğunun farkına varmasını, böylelikle de, kendisini özgür bir tin olarak tanımasını sağlamaktır. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk adlı eserinde, Kierkegaard, insanların benliklerini nasıl pozitif bir biçimde unuttuklarını ya da aktif bir şekilde inkâr ettiklerini anlatır. Sadece bilinçli olarak Tanrı’ya inanma kararına varan benlik, umutsuzluğu aşabilir. Buna göre kutsal ile canlı bir ilişkisi bulunan birey asla umutsuzluğa düşmez. Çünkü aşkın olan her zaman insana güven verir. “Eğer Tanrı’ya inanıyorsak, son sözümüz her zaman ondan umut dilemek olmalıdır.” Tanrı’ya inanıyorsak yalnız değilizdir. O her zaman yanımızdadır. Bu güven kişiye kendisi ve geleceği ile ilgili kaygılarını giderme hissi verir.
Umutsuzluk kavramı Kierkegaard’ın sisteminde önemli bir yere sahiptir. Kişi umutsuzluk ile kendi benliğinin bilincine varır. Umutsuzluk anları, bireyin kırılma anlarıdır. Onun bu denli umutsuzluk üzerinde durmasının nedeni “bireyin umutsuzluğunun farkına varmasını ve böylelikle de kendisini özgür bir tin olarak tanımasını sağlamaktır.”
Umutsuzluk, güven duygusuyla yakından ilgilidir. Kierkegaard güvenilecek obje olarak Tanrı’yı görmektedir. Kişi eğer Tanrı’ya güvenmiyorsa hayatı boyunca umutsuzluktan kurtulamayacaktır. “Geleceğe güvenen kişi her zaman iyimser, hiçbir şeye, hiçbir kimseye güven duymayan kimse ise umutsuzdur.” Yalnız her insanda bu güven duygusunun var olacağı anlamına gelmez. Ona göre Hristiyanlık içinde de umutsuzluk fikri vardır. Kierkegaard’ın burada kastettiği kişi açıktır ki, bütün düşüncelerinde bilinçli olarak birbirinden ayırdığı sözde Hristiyanlardır. Kişi hem Hristiyan olup hem de umutsuzluk içinde olduğunu söylüyorsa Kierkegaard’a göre o kişi, Hristiyanlığın içinde “yaşamamıştır ve yaşamıyordur çünkü tam olarak Hristiyan olunmadıkça insanın içinde her zaman bir umutsuzluk tohumu kalır.”
Kierkegaard’a göre umutsuzluğun insan düşüncesinde köklü bir yere sahip olması, insanın kendi kendine yetmeyişinin bir sonucudur. İnsan acımasız, tek başına kaldığında mücadele edemeyeceği bir dünyada yaşamaktadır. Çevresini saran tehlikelere karşı ne yapacağını bilmeyen birey, her an başına ne geleceği konusunda belirsiz bir fikre sahiptir; bu da onu geleceği ile ilgili umutsuzluğa sürüklemektedir. İnsanın bu çaresizliği, her şeyin üzerinde bir güce sahip olan aşkın bir varlık fikrine götürür ancak böyle bir varlık insanın umutsuzluğuna çare olabilir.
Umutsuzluk aynı zamanda bir meydan okumayı içerir. Umutsuz kişi çaresizliğine meydan okuyor demektir. Her insan baş edemeyeceği durumlarla karşılaştığında kendini aciz hisseder. Dibe vuran insan her şeye meydan okuma içindedir. “Bir meydan okuma içermeyen umutsuzluk yoktur.”
Kierkegaard’a göre kişi kendini, aşamayacağı sınırlar ile çevrili gördüğünde ve yapabileceği şeylerin çok sınırlı olduğunu gördüğünde de umutsuzluğa kapılır. Bütün ihtimaller tükendiğinde, olur olmaz insan umutsuzluğa düşer. Bu aşamadan sonra bireyin yaptığı, bir çırpınıştan başka bir şey değildir. Önündeki sınırlar kalkmadıkça bu çaresizlik bitmeyecektir. Ancak birey ne kendinden kaynaklanan sınırları aşamayacak, ne de çevresinin, yaşadığı dünyanın kendisini sınırlandırmasına engel olamayacaktır. Sınırlı bir dünyada kapalı kalan bireyin esasen üzerinde umutsuzluğa düştüğü şey, ebedi olanı yakalayamamaktaki acizliğidir. Bu acizliği onun sınırlı, sonlu dünyayı aşamamasından kaynaklanmaktadır. Kişi kendi sınırlılığının ve gücünün farkındadır. Bunu aşamamak onda umutsuzluk duygusuna sebep olmaktadır.
Umutsuzluğun bir başka nedeni de insanların yanlış güç objelerine yönelmeleridir. Tanrı dışındaki her şey dünyadaki zorunluluğa tabidir. Var olan her şey sınırlı bir güce sahiptir. Kişinin, bu zorunluluğa tabii âlemin içinden herhangi bir güce tutunması, bu güç elinden gittiğinde umutsuzluğa kapılmasına neden olur. Bu hayal kırıklığı ancak gerçek gücü fark edince sona erer.
Tanrı düşüncesi insana bir umut aşılamaktadır. İnsan umut olmaksızın derin bir uçurumun kenarındadır. Fizik dünyanın sınırlılıklarından kurtulmak, Tanrı olmaksızın imkânsızdır. Fizik alandan metafizik alana geçiş yalnızca Tanrı’ya iman etmekle mümkün hale gelmektedir. Hristiyanlar, içinde bulundukları sınırlılıktan onları kurtaracak ve onları sınırsıza taşıyacak olan Varlık’la irtibat hâlindedir. Bu ilişki de onları umutsuzluktan korumaktadır. Kierkegaard’a göre umutsuzluk konusunda bir inanan, inanmayana göre daha avantajlıdır. Putperestler, dünyada hem Tanrı’sız hem de umutsuzdurlar. Hristiyanlar ise en azından bir ümide sahiptirler. Bu anlamda kişinin Tanrı’ya inanıyor olması onun bir şekilde umutsuzluktan kurtulacağının garantisidir. Mutlak bir iman ile kişi artık sonsuz ile irtibat sağlayarak sınırları ortadan kaldırmıştır. Kişi sınırlılığının ve sonluluğunun bilincinde olarak kendini Tanrı’ya emanet etmiştir.
Kierkegaard’a göre umutsuzluk olumsuz bir kategori değildir. İnsanın ham varoluştan kurtulup gerçek varoluşa erişmesi için acı çekmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında umutsuzluk birey için bir avantajdır. Kierkegaard’a göre “bu acıyı çekmek zorunda kalmak, bizim hayvanlığımızı aşmamızı sağlar ki bu düşüncemizin yüceliğini, dikeyliğimizin sonsuzluğunu gösterir.” Acı, bir anlamda bireyin sarsılmasına, kendi mevcut durumunun farkına varmasını sağlar; yani kendi benliğini kavramasına yardımcı olur.
Umutsuzluk ölümcül hastalıktır. Kierkegaard bu durumu ölesiye hasta olup da ölememek olarak nitelendirir. “Bu hastalığın işkencesi, can çekişmede olduğu gibi, ölümle savaşmasına rağmen kişinin gene de ölememesinden kaynaklanır.” Ölüm insanın normal şartlarda isteyeceği bir şey değildir. Ancak öyle durumlar vardır ki, insan ölmeyi onu yaşamaya tercih eder. İşte umutsuzluk gerçekten insan için bir ölüm halidir.
Daha önce ayrıntılı olarak değindiğimiz yaşam yolunun aşamaları içinde Kierkegaard, estetik bireyi umutsuzluğu en çok hisseden kişi olarak tasvir eder. Estetik birey günlük eğlencelere dalmış, hiçbir kaygısı olmayan, sorumluluk duygusundan uzak, yaptıklarından sadece doyum arayan birisidir, bilinçli tercih yapmaz, başkalarının tercihlerini sorgulamadan hayatına uygular. Kierkegaard’a göre böyle birisi, yani bilinçli tercihlerle kendini inşa etmeyen birisi gerçek bir varoluşa sahip değildir. Estetik yaşamı sürdüren kişide bir umutsuzluk vardır. Bir takım kaygılar duymaya başlar. “Bir insanın kaygılarından kurtulabilmesi için tek yol, kendi varoluş sorumluluğunu üstlenebilmesidir”
Kierkegaard’a göre estetikçi kalabalıktan ayrılmaz. Bu yüzden kalabalıkla hareket edenlerin iç yüzündeki ümitsizliği çoğu zaman ilk bakışta fark edemeyiz. O her an bir başkasının kimliğine bürünmüştür, kendi değildir. Çünkü hayatıyla ilgili tek bir kararı bile kendi almamıştır. Kendine ait olmayan kararları uygulamasındandır ki, estetik yaşam alanındaki kişi, bir iç huzursuzluğu yaşamaktadır. Kişi bir arayış içindedir; fakat bu arayış umutsuzlukla sonuçlanacaktır.
Estetik birey zamanla bir boşluğa düşer. İçinde geleceğe yönelik kaygılar belirmeye başlar. Hayata niye geldiği, niye bu hayatı yaşadığı, hep aynı amaçsızlıkla devam eden hayatının ne zamana kadar süreceği, bunun sonunda ne olacağı gibi sorularla bunalan kişi geleceğe yönelik kendisi hakkında endişeye düşer. İşte kişide uyanan bu endişe duygusu onun bir sonraki basamağa sıçrama yapmasını sağlayacak ana kuvvettir.
Kierkegaard’a göre endişe duygusuyla kişi bir üst basamağa yani estetikten etik basamağına geçmiştir. Bu aşamada “birey artık evrensel kuralların geçerli olduğu etik yaşam şekline sıçramıştır. Çünkü estetik yaşamda suçluluk, günah ve pişmanlık duygularına yer yoktur.” Bu ikinci aşamada birey, yığından, kalabalıktan sıyrılmıştır. Birey, hayatıyla ilgili kendisi karar almakta ve sorumluluğunu da kendisi üstlenmektedir. Birey olmanın özgünlüğünü yaşamaya başlamış, kalabalığın sıradanlığından sıyrılmıştır.
Etikçi, sorumluluğunun bilincindedir, kendi kararlarını kendisi alır ve ahlak kurallarına sıkı sıkıya bağlıdır. Yaptığı her şeyin sorumluluğunu üstlenmektedir. Bu sorumluluk ise evrensel ahlak yasalarınadır. Fakat kutsal alanla ilişkisi olmayan, “hiçbir tarafa bağlı olmayan kuru bir ahlak anlayışı veya görev bilinci insana nereye kadar rehberlik edecektir.” Etik yaşam alanındaki birey, estetikçiye göre daha sorumlu, ahlaki değerlere sıkı bir şekilde bağlı olmasına rağmen yine de bir umutsuzluk içindedir. Onun umutsuzluk içinde olmasının tek sebebi bu dünyaya bağlı olmasıdır. Bu sınırlılığı aşabilmesi için onu tamamlayan ve ona rehberlik eden bir varlığa ihtiyaç duymaktadır.
Dinsel alana geçen birey için artık ümitsizlik söz konusu değildir. Dini alan sınırsız bir dünyanın kapılarını açar, bu nedenle gerçek Hristiyanlar asla ümitsizliğe düşmezler. Eğer gerçekten inanmışlarsa her zaman bir ümitleri var demektir. Eğer hala umutsuzluk varsa dinsel aşamaya daha erişemedikleri anlamına gelir.
Kaynakça
Bibliyografya
- Amesbury, Richard (2005), "Fideism", .
wikipedia, wiki, viki, vikipedia, oku, kitap, kütüphane, kütübhane, ara, ara bul, bul, herşey, ne arasanız burada,hikayeler, makale, kitaplar, öğren, wiki, bilgi, tarih, yukle, izle, telefon için, turk, türk, türkçe, turkce, nasıl yapılır, ne demek, nasıl, yapmak, yapılır, indir, ücretsiz, ücretsiz indir, bedava, bedava indir, mp3, video, mp4, 3gp, jpg, jpeg, gif, png, resim, müzik, şarkı, film, film, oyun, oyunlar, mobil, cep telefonu, telefon, android, ios, apple, samsung, iphone, xiomi, xiaomi, redmi, honor, oppo, nokia, sonya, mi, pc, web, computer, bilgisayar
Bu maddedeki bilgilerin dogrulanabilmesi icin ek kaynaklar gerekli Lutfen guvenilir kaynaklar ekleyerek maddenin gelistirilmesine yardimci olun Kaynaksiz icerik itiraz konusu olabilir ve kaldirilabilir Kaynak ara Fideizm haber gazete kitap akademik JSTOR Mayis 2020 Bu sablonun nasil ve ne zaman kaldirilmasi gerektigini ogrenin Bu madde Vikipedi bicem el kitabina uygun degildir Maddeyi Vikipedi standartlarina uygun bicimde duzenleyerek Vikipedi ye katkida bulunabilirsiniz Gerekli duzenleme yapilmadan bu sablon kaldirilmamalidir Mayis 2020 Epistemolojide fideizm inancin akildan bagimsiz oldugunu veya akilla catistigini ve belirli gerceklere ulasmada akildan ustun oldugunu savunan teori Latince inanc anlamina gelen fide kelimesinden turetilmistir Agnostisizm kuramsal acidan anlasilir ve hatta rasyonel bir tutumu temsil etmekle birlikte pek cok dusunur ve arastirmaci agnostik olma veya yasamanin pratikte neredeyse imkansiz oldugunu one surmustur Bu yuzden pratikte agnostisizmi tamamlayan tavrin fideizm oldugunu soylenir Nitekim dini hakikate erismenin tek yolu olarak imani goren bir bilgi kaynagi olarak imanin akil ya da bilimden ustun oldugunu iddia ederken aklin ve bilimin degerini yadsiyan yadsimadigi zaman da onun imana tabi olmasi ve inanci desteklemesi gerektigini savunan ogreti olarak fideizm terimi felsefe literaturune 19 yuzyilin ortalarinda girmistir Baslangicta Roma Katolik dusuncesi icinde gelenekcilik olarak bilinen ve akilciliga karsi vahyin iletilme ortami veya araci olarak gelenegin onemine vurgu yaparken sosyal ve politik yonden zaman zaman muhafazakar bir bakis acisiyla birlesen bir harekete gonderimle kullanilmistir Burada da anlasilacagi uzere esas itibariyla bir 19 yuzyil hareketi olarak fideizm hakiki dine yuklu bir deger Tanri nin varolusu inancina buyuk bir onem verir O dinin ozunun temel ogretisinin felsefi ve rasyonel olcutlerle yargilandiginda pek anlamli olmadigi dusuncesinden ve zaman zaman sacma oldugu icin inanmiyorum tezinden hareketle dini hakikatlerin akla dayanan dogrulara karsit oldugunu bu dogrulara rasyonel faaliyetlerle ulasilamayacagini savunur Bu aslinda fideizmin dini hakikatlerin bilgisine ancak iman ya da daha cok mistik bir tecrubeyle erisilebilecegini savunan asiri versiyonunu temsil eder Bagdasmazcilik kapsami icinde ele aldigimiz bu turden asiri fideizm bazen kuskucu argumanlardan da yararlanarak aklin kesin hicbir dogruya erisemeyecegini belirtir gercekte sacma ya da akla aykiri olan ogretilerin inanc yoluyla kabul edilmesini ister Fideizmin nispeten daha olculu bir versiyonu ise kesinligin akla degil de tamamen imana dayandigini savunmak yerine belli dini dogrularin ifadesi ve kabulu acisindan inancin temel olup akildan once geldigini fakat akil yurutme ve ampirik arastirmanin busbutun degersiz olmayip soz konusu dini hakikatlerin anlasilmasi ve aciklanmasinda belli bir rol oynadigini one surer Fideizm ornegin Blaise Pascal da rastladigimiz bu ilimli versiyonunda dine ve dini hakikate insan hayatinin en temel belirleyicisi olmak anlaminda yine yuksek bir deger yukler fakat imanla akli karsi karsiya getirmekten sakinir ve bazi durumlarda akla ya imana isaret etme ya da inanc yoluyla kabul edilmek durumunda olani aydinlatma gorevi yukler PascalBlaise Pascal Fideist dusuncenin Yeni Cag daki ilk ve en onemli temsilcisinin Blasie Pascal oldugu uzerinde tam bir mutabakat vardir Fizik ve matematikle onemli bir kasif olma olcusunde ilgilenen Pascal bir yandan da felsefe alaninda esas olarak insan dogasi insanin Tanri ya iliskin bilgisi ve Hristiyan dininin hakikati konulariyla mesgul olmustur Pascal gercekten de Dusunceler adli meshur eserinde oncelikle Tanri nin var olmamasi durumunda insanin nasil acinasi bir sefalet ve bedbahtlik durumu icine dusecegini insanin gundelik hayatinin anlamsizligini dunyayi ve dunyadaki durumunu dogal yollarla anlama cabalarinin beyhudeligini anlatir Sonra da insanin Tanri nin bilgisine erisme ihtiyaci ve sonucsuz arzusunu gundeme getirip insanlari beseri durumun bilincine varmaya zorlar Pascal a gore insan gercekte ne olup bittigini akil yoluyla veya yardimiyla anlayabilmeye muktedir degildir Oysa nasil yasayacagini ne yapmak ve neye inanmak gerektigini bilebilmek icin fiilen ne olup bittigini anlamaya ihtiyac duyar Icinde bulunduklari durum bu olmakla birlikte insanlarin cogu bu gercekle yuzlesmekten kacinmakta ve hayatlarini bosa gecirmektedirler Tanri olmadiginda insan hayatinin bastan sona ve butunuyle bos ve anlamsiz oldugunu gormekten kacinan insanlar Pascal a gore Tanri nin varolusuna iliskin bilgi yolunda asilmaz engeller bulundugu gercegini de goz ardi etmektedirler Bu gercekle kisa hayatlarini harcamamak bosa gecirmemek adina yuzlesmek zorunda olan insanlarin Pascal tum enerjilerini su soruya bir yanit bulmak icin harcamalari gerektigini one surer Tanri nin varolusu ve dogasiyla ilgili bilgiye ulasmak mumkun mudur O burada kritik noktanin veya en onemli hususun bu sorunun oneminin farkina varilmasi oldugunu dusunur Cunku soz konusu sorunun oneminin bilincine varildigi zaman insanlarin bilimsel ve rasyonel bilginin bir Tanri nin var olup olmadigi varsa eger nasil bir varlik olabilecegi konusunda bir karara varmak icin insana hicbir yarari olamayacagini da hemen ve varmak icin insana hicbir yarari olamayacagini da hemen ve kolaylikla goreceklerini soyler Ona gore bir Tanri nin olup olmadigi sorusu insanin ancak mahvolmak pahasina atlayabilecegi bir sorudur Fakat bu soruyu yanitlamanin da mumkun bir yolu yoktur Pascal iste boylesine bir durumda insanin yapabilecegi yegane seyin kendisine inanc acisindan acik olan alternatifleri arastirmak ve Tanri nin var olduguna inanmanin makul ve arzulanir olup olmadigini belirlemeye calismak oldugunu ifade eder Blase Pascal heykeli Gercekten de Pascal burada acik ve kesin delillerin yoklugunda dahi inanmanin epistemolojik bir anlam icinde olmasa bile basiretli davranma anlaminda rasyonel oldugunu soyleyerek meshur kumarbaz argumani ni one surer Pascal burada buyuk olcude septik bir bakis acisindan hareket eder ote yandan o ucuncunun olanaksizligi ilkesine dayanarak yani Tanri nin ya var oldugunu ya da var olmadigini kabul ederek bu konuda salt akil temeli uzerinde bir karara varamayacagimizi ileri surer Ona gore Tanri nin varolusuyla ilgili one surulen deliller kadar Tanri nin yokluguyla ilgili argumanlar da kesin sonuclu olmaktan uzaktir Akil hicbir seyi belirleyemez nihai hicbir konuda karar veremez diyen Pascal a gore bunun bir tavir oldugu dusunulebilirdi Fakat Pascal acisindan boyle bir sey mumkun degildir Zira inanmayi secmemek inanmayi secmekle es anlamlidir Baska bir deyisle Tanri nin varligi ya bulunmaktan kacinmak boylesi onemli bir secim karsisinda kayitsiz kalmak inanmamayi secmemek anlamina gelir Pascal in argumaninda kumarbaz Tanri nin varolusuyla ilgili olarak iki alternatif oldugunu kabul eder Tanri ya vardir ya da yoktur Bu alternatifler karsisinda insana acik olan iki yol bulunmaktadir Tanri nin ya var olduguna ya da var olmadigina inaniriz Bu durumda dort ihtimal soz konusu olur 1 Tanri nin var olduguna inanir ve kazanirsak yani Tanri gercekten var ise eger baska hicbir seyle kiyaslanamayacak bir odul elde ederiz Bu odul ise ebedi hayattir 2 Tanri nin var olduguna inanirsak fakat Tanri nin var olmadigi ortaya cikarsa bu takdirde kaybetmisiz demektir bununla birlikte kaybimiz ebedi hayat oduluyle kiyaslandiginda cok buyuk olmaz Kaybimiz birtakim dunyevi hazlardan uzak kalmakla bazi degerli saatleri ibadet yaparak gecirmekle sinirli kalir 3 Tanri nin var olmadigina inanmis ve kazanmissak yani Tanri nin gercekten de var olmadigi ortaya cikmissa bu takdirde yasantimizi bir yanilsama olmadan surdurecegiz demektir 4 Tanri nin var olmadigina karar vermis ve kaybetmissek yani Tanri nin gercekte var oldugu ortaya cikarsa ebedi hayat odulunu kaybettigimiz gibi belki Tanri tarafindan cezalandirilma tehlikesiyle de karsi karsiya kaliriz Blaise Pasca in imzasi Aslinda Pascal dort ihtimali ikiye indirme egilimi sergiler Buna gore var olmuyorsa eger Tanri nin var olmasi ya da var olmamasi ihtimaline karar vermis veya oynamis olmamiz pek buyuk bir farklilik yaratmaz Fakat Tanri varsa eger O nun var olusuna mi yoksa yokluguna mi oynadigimiz cok buyuk bir onem kazanir Pascal buradan hareketle makul ya da basiretli bir kumarbaza benzemesi gereken akli basinda bir muminin butun ihtimalleri hesaba katarak tek bir bir ihtimale oynamanin secilecek en rasyonel davranis tarzi oldugunu kolaylikla gorecegi sonucuna varir Pascal in Tanri nin var oldugunu kanitlamayi amaclayan bir delil ya da arguman olarak degil de kesin ya da saglam delillerin yoklugunda dini hipoteze baglanmanin cok daha akillica oldugunu gostermenin bir yolu olarak tasarlanmis bu argumanina insanin inanmaya karar veremeyecegi inanmanin rasyonel bir temel uzerine oturtulamayacagi bu argumanin insanin en ictenlikli olmasi gereken bir konuda onu samimiyetsiz ve yalnizca kendi cikarini gozeten bir varlik haline getirdigi soylenerek itiraz edilmistir KierkegaardKierkegaard a gore iman ve aklin birbirini dislamadan bir arada bulunmalari imanin epistemolojisi acisindan zor gorunmektedir O dini inancin ozunde akil ile uyusmaz oldugunu one surerek fideist bakis acisinin radikal bir versiyonunu gelistirir Cunku ona gore dini alanda mutlak teslimiyet vardir Ya inanirsiniz ya inanmazsiniz onun mantiki acidan gecerli olup olmadigina bakmaksizin Imanin degeri de buradan ileri gelmektedir imanin objesi rasyonel olarak ispatlanamaz ispatlanirsa o iman olmaz Insan aklinin sinirlari bellidir Iman onermeleri konusunda aklin bir takim faaliyetlerde bulunmasini beklemek akla kapasitesinin ustunde bir gorev yuklemek olur Soren Kierkegaard Daha ilimli bazi fideist dusunurler akla belli bir yere kadar gorev verirken Kierkegaard akilla imani bir araya getirmemekte kararlidir Ona gore imanin oldugu yerde bilgi bilginin oldugu yerde iman yoktur Imanin sinirlari bellidir aklin da sinirlari bellidir Iman bir sicramadir Diyelim ki akil bu alana girdi o zaman aklin karsilasacagi sey celiski ve paradokstan baska bir sey degildir Metafizik alanda ortaya atilan herhangi bir tez baska bir anti tez ile curutulebilmektedir Boylece akil birbirine esit derecede dogru gorunen iki dogru arasinda yargisiz kalmaktadir Fideist epistemoloji akli bu ikilemden kurtarmak icin iman lehine bazi onermeleri dogru kabul eder Ornegin Tanri vardir seklindeki onermenin Tanri yoktur seklindeki anti tezinden Tanri vardir lehine imani ise kosarlar Akil ve nesnellik bizi imana goturmez Yalnizca tutku Kierkegaard in iman olarak isimlendirdigi Absurd e sicrama olanagi saglar Iman bu anlamda bir aykiriliktir Bu aykirilik insanin icindeki sinirsiz tutkuyla belirsiz iman objesi arasindadir Insanin bu aykiriligin ustesinden gelmesinin tek yolu vardir o da akildan vazgecerek yapacagi bir iman sicramasidir Iman alani akla kapalidir Aklin cok otesindedir Burada gecerli olan irade ve sezgidir Aklin ozelligi her seyi aciklamak netlestirmektir Kierkegaard a gore Hristiyan teolojisi aciklanabilir bir ozellige sahip degildir Hristiyan dogmalari ancak imanla anlasilabilir Iman ise suje ve obje iliskisinde guven temelinde kurulan bir irtibattir Iman Kierkegaard icin dogru karar verildigine dair kesinlik olmaksizin karanliga dalmaktir Onun icin ne gozleri kor eden isik ne de mucizevi vahiy vardir O kurumsallasmis dogmalarin ya da dini yapilarin kuyruguna takilmadan kendi cesaretinin verdigi guce dayanarak ilerlemek zorundadir Kierkegaard a gore dindar kisi Tanri yi kazanmak icin her seyini yitirmeyi goze alan kisidir Inanmak demek kisinin Tanri yi kazanmasi icin mudrikesini yitirmesi demektir Iman dinin vahye dayali iman esaslarina akli deliller ve karsi delilleri dikkate almadan bir iman atlayisi yaparak teslim olma ve bu seksiz suphesiz kabulu samimiyet ve guvenle icsellestirilmis dini yasamadir Imanin konusu spekulatif akil degildir Spekuletif akil imanla tatmin olmaz Aklin tatmin alani farklidir Iman ruhun tatmin alanidir Burada ne bir kanit ne bir delil vardir Kierkegaard delilin imani zayiflattigini dusunur Imanin saglamligi delillerin saglamligi ya da coklugu degil tutkudur Kierkegaard in dusunme yapisindaki oznellik vurgusu iman konusunda da kendini gosterir Ona gore imanda subjektif yeterliligin on planda olmasi gerekir Cunku imandaki objektif kesinsizlik insana kendi iradesi istikametinde hareket serbestisi saglar Kisideki askina yonelik subjektif kesinlik ise onda imanin dogmasini saglar Bu konuda Kant da Kierkegaard gibi dusunur Kant a gore inanc konusunda bilginin inkar edilmesinde korkulacak bir sey yoktur Hatta o bu alanda bilginin arzu edilirliginden bile suphe etmektedir Tanri inancin degil de bilginin konusu olsaydi insanin ozgurlugunden ve ahlakin otonomlugundan bahsetmek mumkun degildir Subjektif kesinlik inancin dogru oldugu konusundaki kesin kanaattir Kierkegaard in iman ile ilgili goruslerini yonlendiren temel etken kendisinin bir Hristiyan olmasi dolayisiyla Hristiyanliktaki temel dogmalarin irrasyonel aciklanamaz olusudur Yani o iman ile ilgili konusurken Hristiyan imanindan bahsetmektedir Kierkegaard sunu da gormustur ki eger imani rasyonalize etmeye kalkarsa Hristiyan inancinin temeline dinamit koymus olacakti Bu yuzden Kierkegaard sacma oldugu icin inaniyorum tezine siki siki sarilmistir Tersi durumda yani imani rasyonalize etmek demek Hristiyanligi ozunden kopararak baska bir kimlige burundurmek demekti Danimarka kilisesiyle girmis oldugu polemik tamamen bununla ilgiliydi Ona gore resmi Danimarka kilisesi Hristiyanligi ozunden koparmis artik Hristiyanlik ilk gunlerdeki gibi tazeligini ve inandiriciligini yitirmistir Kierkegaard Hristiyanliktaki bu donusumun nedeni olarak da ozellikle Hegel le baslayan donemin kolektif akilci dusunce sistemlerini goruyordu Hegel e savas acmasinin nedeni de budur Metafizik alanda objektif bilgiden bahsedilemez Bu alanda dogru bilgiden degil dogru inanctan soz edebiliriz Dogru inancin tahkiki de mantik kriterleriyle degil dinin sahip oldugu verilerle mumkundur Aklimizin sinirli oldugu ve metafizik alaninin da askin bir alan oldugu dogrudur bu durumda bu alanla ilgili kesin rasyonel bilgiye hicbir zaman ulasamayacagimiz da dogrudur Kierkegaard burada nasil inanmamiz gerektigi sorusunu cevaplamaya calisir Artik neye inandigimiz degil nasil inandigimiz onemlidir Iman onermelerinin ampirik yolla dogrulanmasi mumkun degildir Bu onermeler kisi icin deneysel olarak dogrulanmis onermeler kadar kesin olmasa da subjektif bir kesinlige sahiptir Iman hicbir zaman bilginin kesinligi kadar kesin olamaz Cunku o dogrulanmadigi icin objektif degerden yoksundur Ancak iman onermelerinin hakikat degeri kisi icin tartisilamaz Kisi imanindan emindir Aksi durumda iman olmaz Soren Kierkegaard in ailesi Hristiyan teolojisinde iman akildan oncedir Iman edildikten sonra rasyonel izah yapilir Bir inanan inanci icin makul nedenler bulur Yoksa makul nedenlere sahip oldugu icin herhangi bir dini onermeyi kabul ve tasdik etmez Iman Kierkegaard ve Luther icin aklin ziddidir ve aklin ustundedir Objektif yontemlerle dini onermelerin bir mantigini bulmaya calismak gereksiz bir ugrastir Cunku dini onermelere inanmadan onlarin mantigini anlamak mumkun degildir Dini onermeler tahlil edilmeye ampirik olarak dogrulugunun arastirilmasina uygun degildir Bu dogmalara kayitsiz sartsiz teslimiyet gerekmektedir Arastirma ile iman onermelerini anlamaya calismak nihai bir sonuca varmayi ve karara ulasmayi surekli guclestirerek biteviye bir ici gerginligine yol acabilmektedir Bir arastirma bitince digeri baslayacagindan dinin istedigi teslimiyet de hicbir zaman gerceklesmeyecektir Aklin alani fiziktir deneysel dunyadir Metafizik alanda aklin bir soz soyleme yetkisinin oldugunu soylemek cok da makul gorunmemektedir Aklin ugras alani bilgidir Iman ise iradeye sezgiye dayalidir Dinin istedigi sarsilmaz kabul ve teslimiyeti saglayacak olan iradededir Hristiyan teolojisinde irade yadsinamaz bir oneme sahiptir Irrasyonel sahaya gecebilmek icin gerekli son adim iradenin gucuyle atilmaktadir Irade iman sicramasi icin tek ve yeterli sarttir ve Hristiyan inanc sisteminin temel yapisini olusturmaktadir Kierkegaard a gore de imani degerli kilan tam olarak bilinmeyene iradeye dayali olarak gozu kapali bir sekilde yapilan sicramadir Iradenin gucu iman objesi olarak insana sunulan ve kabul etmesi istenilen seylerin maakullugu veya irrasyonelligi ile baglantilidir Eger inanilacak seyler akla yatkin olmayan seyler ise orada onlarin kabulu icin guclu bir irade gerekmektedir ve bu yuzden Hristiyan inanc sisteminde iradeye ozel bir deger ve onem atfedilmektedir Kierkegaard in dini epistemolojisini su sekilde ozetlemek mumkundur Bir seye inaniyorsan onu bilmiyorsun demektir bir seyi biliyorsan da ona inanmiyorsun demektir Bilgi ile imanin bir arada bulunmadigi bu epistemolojide akil ile imanin sinirlari da kesin olarak ayrilmistir Tahmin Savi Kierkegaard in aklin dini alandaki islevi ile ilgili temel savi aklin bu alanda asla bir kesinlige ulasmayacagidir Imana sahip olmak isteyen birisi var iste burada komedi baslamaktadir Evet o imana sahip olmak istiyor ancak ayni zamanda o bundan nesnel muhakeme ve tahmini vargi araciligiyla emin olmak istiyor Ne oluyor Tahmini vargi nedeniyle absurt baska bir sey haline geliyor o ihtimalli bir hale geliyor o giderek daha muhtemel hale geliyor simdi kisi bir ayakkabici terzi ya da basit insanlar gibi inanmadigini buna karsilik uzun bir dusunme sonunda iman ettigini soylemeye cesaret ediyor Ancak onun iman etmesi mumkun degildir Herhangi bir sey hemen hemen mumkun ya da mumkun olabilir ya da ekstrem ve vurgulu bir sekilde mumkun olabilir Bir kisi yaklasik olarak biliyor olabilir fakat onun inanmasi mumkun degildir Oysaki imanin objesi olan absurde ancak inanilabilir Alintidan da anlasilacagi gibi Kierkegaard aklin arastirma surecinde hicbir sonuca ulasamayacagini soylemek istemiyor tabii ki akil bir takim sonuclara ulasacaktir ama bu dinin arzuladigi bir sonuc degildir Kierkegaard bununla Hristiyanligi tarihsel bir elestiriden kurtarmak ister Ona gore eger Hristiyanlik tarihsel bir dokuman olarak gorulurse tarihsellik acisindan elde edilebilecek en buyuk kesinlik tahmini vargi olacaktir ve tahmini vargi kisinin mutlulugunu temellendirmek icin uygun degildir Kutsal Kitap uzerinden yapilacak herhangi bir tarihsel arastirma akli bircok celiskiye dusurecektir Bu anlamda iman sadece bir cozum olabilir Bir kisi arastirma sonuclari uzerine ebedi mutlulugunu insa etmek istediginde bir sonuc alamadigini fark edecektir cunku arastirma konusunda var olan zitliklar onu mutsuzluga sevk edecektir Kierkegaard icin iman kesinlik tasir onda supheye rastlanmaz Nesnel akil yurutme de cogu zaman ihtimalli sonuclara ulastigindan supheyi disarida birakmaz Iman karari hata ihtimalini kabul etmeyen bir karardir Tahmini bir vargi ebedi mutlulugun temeli olamaz Ona gore iman inanan kisinin butun samimiyetiyle iman objesine sinirsiz bir ilgi duymasidir Iman objesine sinirsiz bir tutkuyla yonelen kisinin buyuk bir hata ihtimali olsa bile bu Kierkegaard a gore endise edilecek bir durum degildir cunku imandaki sinirsiz ilgi hata ihtimalini kaldirir Nesnel olarak yaklasildiginda elde edilebilecek dogruluk sadece tahmini bir vargi iken oznel olarak yaklasildiginda icsellik elde edilecektir Tillich in ifadesiyle soylersek iman dusuk dereceli olasilik tasiyan bir bilgi degildir Onun kesinligi kuramsal akil yurutmenin belirsiz kesinligi de degildir Iman delilin otesinde nesnel akil yurutmeyle dogrulanamayacak bir atlayis ister Hasili biz Hristiyan dininin mucizelerle el ele gidisinin yalniz baslangicta olmus olmayip bugun bile mucizesiz olarak akli basinda hicbir insanin inanani elde edemeyecegi sonucuna varabiliriz Yalniz akil ve mantik bizi bu dinin dogruluguna inandirmaya yetmez bu bakimdan her kim ki iman yoluyla bu dini kabule egilimli bulunur bu kimse kendi varliginda surekli bir mucizenin suurunu duyar soyle ki bu mucize hem bu kimsenin idrakinin butun prensiplerini altust eder hem de ayni kimseyi aliskanlikla deneye en zit ve aykiri olan ne varsa ona inanmaya yoneltir Boylece Hume de Kierkegaard gibi Hristiyanligin temel dogmalarinin akil yoluyla temellendirilemeyecegini kabul etmekte bu alani imana konu etmektedir Sonuc olarak Kierkegaard a gore nesnel akil yurutme surecinde kisi ancak bilgisel acidan olasilik tasiyan bir sonuc elde eder Bu sonuc ise gerek hata ihtimalini dislamadigindan gerekse ebedi mutlulugun temeli olacak kesinligi saglayamadigindan kisiyi imana goturmez Erteleme Savi Yukaridaki bolumde nesnel akil yurutmenin tasidigi hata olasiligini gorduk Ancak Kierkegaard icin bu sorunun bir baska boyutu daha vardir Akil yurutme surecinde birey hatalarla karsilastikca bunlarin ustesinden gelmeye calisacaktir ancak cozdugu her sorun onu baska cozmesi gereken soruna goturecektir Bu surec boylece sureceginden inanan bir turlu dinin istedigi pratikleri yapma noktasina gelemeyecektir Tarihsel arastirma surecinde yeni zorluklar cikar ve bunlarin ustesinden gelinir ve tekrar yeni zorluklar Vesaire bu sekilde imanin objesine iliskin sinirsiz kisisel ilgi giderek daha da azalacaktir cunku karar ertelenmistir Ve yine daha sonra ogrenilecek bir sorusturmanin sonucu icin ertelenmistir Kierkegaard buna su ironik ornegi verir Bir kisi tahkik surecini yetmis yasina kadar surdurur Olumune iki hafta kala arastirdigi konuyu aydinlatacak yeni bir yayinin cikmasini sabirsizlikla beklemektedir Sonucta problemle ilgili her yeni bilgi dini anlamda istenen tutku ve adanmanin bir sonraki basamaga ertelenmesi anlamina gelecektir Boylece surekli yeni parantezler acilacak ve her yeni parantezde birey yoldan cikma tehlikesiyle karsi karsiyadir Dogrularini surekli sorgulamakla mesgul kisi surekli karanlikta yurumektedir yuz yasina kadar olsa bile parantezler bitmeyecektir Kierkegaard a gore soz konusu akil yurutme Tanri hakkinda ise durum daha da vahimdir Tanri hakkinda akil yurutmek Kutsal Kitap la ilgili arastirma yapmaktan daha zor ve kompleks bir konudur Kisi Tanri ile ilgili akil yurutmelerinde hep catismaya dusmekten kurtulamayacaktir Kierkegaard Tanri yi kanitlanamaz olarak gorur Cunku Tanri yoksa onu ispatlamaya calismak suphesiz imkansiz olurdu eger varsa onu kanitlamaya kalkismak aptalca bir tesebbus olurdu Kierkegaard var olandan hareketle Tanri yi ispatlama fikrine karsi cikar Bu nedenle duzen gaye delili onun icin bir anlam ifade etmez Cunku onun varligi icin ileri surulmus her delil suphelidir en ufak yeni bir gelismeyle curutulmeye aciktir Bir kisinin kendisini nesnel delil ya da delillerle temellendirilmis bir inanca teslim ettigini dusunelim Kierkegaard a gore bu kisi inancini pamuk ipligine baglamis demektir Cunku bu kisinin ilerleyen zamanlarda yeni suphelerle karsilasmasi muhtemeldir Ona gore subjektif olan din alanina nesnel bir metodolojiyle yaklasilmasi halinde yapilan dini sorusturma asla hata ihtimalini dislamayacaktir Bu realitenin dogal bir sonucu olarak da dini teslimiyet biteviye ertelenecektir Bu ise din icin arzulanabilir bir sey degildir Insanin kurtulusu goz onune alindiginda sonu gelmez akil yurutmenin ve arastirmanin faydasiz oldugu aciktir Dini bakis insanin bu dunyadaki omrunun kisaligini goz onune alarak bu kisa sureyi Tanri yi memnun edecek guzel isler yaparak gecirmeyi ogutler Tek basina teorik etkinlik insanin kurtulusu icin bir anlam ifade etmemekte gibidir Bu durumun tipik bir ornegini Gazzali de goruyoruz Dunya lezzet ve sehvetlerinin zincirleri beni Bagdat ta kalmaya dogru cekerken iman cagrisi da su cagriyi yapmaktaydi Yolculuga hazirlan yolculuga hazirlan Cunku senin omrunun azi kalmistir Onunde uzun bir ahiret yolculugu var Eger simdiden ahiret hazirligini yapmazsan ne zaman hazirlanacaksin Soren Kierkegaard a ait felsefi bir el yazmasi parcasi Sonuc olarak Kierkegaard a gore en yuksek duzeyde bir arastirmanin sonuclari bile tartismaya aciktir kesinlikten uzaktir Nesnel arastirma surecinden supheyi uzak tutmak mumkun gorunmemektedir Nesnel bilginin dini alanda gerekli olmadigini hatta zararli oldugunu soyler Cunku ne kadar nesnel bilgi o kadar az tutku demektir Bu ise insani ebedi mutluluga goturmez Ebedi mutluluk ancak oznel bir sekilde elde edilebilir Oznel hakikat ise nesnel teorik bilginin suphe duyulmaz temellerini ve mantiksal argumana dayanan kesinligini amaclamaz Kierkegaard a gore insan kacinilmaz bir bicimde argumanin degil fakat kararin zorunlu oldugu bir noktaya varmak durumundadir Iman ve Oznellik Kierkegaard icin her seyden once soylenebilecek sey onun bireyci oldugudur Aydinlanma felsefesi ile baslayan nesnelci bilimselci akimin tersine Kierkegaard bireyi ve oznelligi on plana cikarmistir Kant ile baslayan bireyi ve onun algilayisini temel olan anlayisa son noktayi Kierkegaard koymustur Zira Kant in oznesi genel ozne iken Kierkegaard in oznesi bireysel oznedir Bireysel ozne kendi kararlarinda mutlak soz sahibidir Cunku Kierkegaard a gore hayatimizda nasil yasayacagimizi yonlendirecek mutlak dogrular mutlak degerler yoktur Her birey kendi hayat yolunu kendi secmeli ve takip etmelidir Kierkegaard a gore hakikat ozneldir Iman soz konusu oldugunda bu daha da belirginlesir Suje ile obje arsindaki bu iliskide suje neye inandiginin bilgisine sahiptir ancak sahip oldugu bu bilgiyi bir baska kimseye anlatmasi mumkun degildir Kierkegaard in psikolojik durum olarak tasvir ettigi bu tecrube degerlidir Cunku psikolojik durumlar tek bir kisiye ozgudur Kierkegaard asil vurguyu inanilan seye degil nasil inanildigina yapmamamiz gerektigini soyler Zira inanilan seyin kesinliginden emin olmak imkansizdir ve daha da onemlisi bu bize yasamak icin bir sebep vermez Bu yuzden neyin dogru oldugu veya neye inandigimiz onemli degil onemli olan butun varligimizi o inandigimiz seye verebilmektir Soren Kierkegaard in imzasi Ona gore insan varolusunun oldugu yerde doga bilimlerindeki gibi nesnel evrensel zorunlu dogrular yoktur buna karsin hakikatin oznel tikel ve kismi yonleri vardir Soz konusu iman olunca bu oznellik daha da belirginlesmektedir Cunku imanin nesnesi olan Tanri nin varligi enkarnasyon ilk gunah gibi konulari nesnel bir duzlemde temellendirmek mumkun degildir Her bireyin algilayisi kendine goredir ve bunun ifadesi de mumkun degildir Kisi sahip oldugu seyin farkindadir ancak neye sahip oldugunu soyleyemez ancak yasar Kierkegaard da Wittgenstein gibi dini dogrularin dil ile aktarilamayacagini savunur Iman irrasyonel ozellikleri bunyesinde barindirir Dini inanci bir felsefi sisteme bir bilimsel paradigmaya bir siyasal dunya gorusune bagliliktan ayiran temel faktorlerin basinda iman olgusunun tasidigi spesifik ozellikler gelir Imanin yapisindaki bu spesifik ozelliklerin basinda Kierkegaard a gore irade sezgi ve tutku gelmektedir Kierkegaard dua eden iki adam ornegi verir Biri Tanri nin dogru algilanisina Kierkegaard icin Hristiyan olan dua etmektedir ama yanlis bir ruhla ikinci adam ilkel idolune Sonsuz icin tam bir tutkuyla dua eden bir pagandir Kierkegaard icin en buyuk oznel gercegin sahibi ikinci adamdir Cunku onemli olan varolusumuzla temelden baglantili olan oznel gerceklerdir Kierkegaard oznel gercekligi birebir varolusumuzla iliskilendirir Teoloji akil ve sagduyunun otesine gecmeseydi ogretileri kolay ve bildik gorunurdu diyen Hume Tanri yi bu dunyanin olgusal gerceklerine dayanarak ispatlamanin yanlisligini ortaya koyarken Kierkegaard da imanin irrasyonel paradoksal ve nihayet varolussal olusunu iddia eder ve iman ilkelerinin nesnel dunyaya olan ustunlugunu dile getirmis olmaktadir Sonlu sonsuz arasindaki paradoksal iliski bu dunyanin kelimeleriyle aciklanabilecek bir iliski degildir Sonsuzun mustagni olusu sonlunum bagimli olusu bu paradoksu doguran en onemli etkendir Iman kendisine has kurallari olan kendisine has ic dinamikleri olan farkli bir dil kullanmaktadir Onun dilinden ancak inanan kisi anlar ve bu tecrube kendine hastir aktarilamaz Dissal dunyanin kavramlari ile dusundugumuzde sacma diyebilecegimiz bircok ozelligi bunyesinde barindirir Ibrahim in kurban hadisesinde bunu cok acik gorebiliyoruz Bir babanin oglunu kesmesi gibi vahsi bir cinayeti hicbir akli ve ahlaki delil aciklayamaz Bu durum aklin algilayisina ters oldugu gibi ahlaki degerler acisindan da nefretle kinanmasi gereken bir durumdur Asikar bir haklilandirma ya da herhangi bir neden olmadan inen bu emir hem babanin dogal duygusal baglarina ve hem de anlasilabilir bir insan toplumunun temel ahlaki ilkelerine ters duser Buradan bakildiginda imani dusuncenin otesinde bir yerde konumlandirmak zaruridir Bu yuzden zihinsel faaliyetlerle imani anlamaya calismak zihni kendi alaninin disina cikarmak olur Kierkegaard a gore risk olmadan iman olmaz Eger biz Tanri nin var oldugunu bilseydik onun var olduguna dair elimizde kesin kanit olsaydi o zaman imana gerek olmazdi Tanri nin varligina iliskin kanitimiz olmadigi icin iman olanaklidir Cunku kanit nesnel acidan kesin olan bir seyi gostermek demektir Oysa kesinlik ile tutku bir oraya gelemez ve tutku kesinlik lehine dista birakilirsa iman ortadan kalkar Imanin olanakli olmasi icin ayrica nesnel olarak kesinlik bulunmasina ragmen kisinin bu belirsizlige karsin Tanri ya tutkuyla baglanmasi gereklidir Dolayisiyla insan Kierkegaard a gore Tanri nin varolusu paradoksal olmasina ragmen kisisel bir sekilde inanmaya karar vermektedir Iman ve Paradoks Paradoks Kierkegaard in dusuncesinde merkezi bir kavramdir O acik bir sekilde ifade eder ki Hristiyanlik kesin olarak paradoksaldir ve son olarak her noktada paradoksaldir Kierkegaard farkli bir dusunurdur Diger filozoflar gibi kavramlar uzerinden dusuncesini ortaya koymamis varolusu ve onun oznelligini on plana cikarmistir Bu nedenle paradoks kavraminin da bir tanimini vermemistir Kierkegaard icin paradoks iki karsit varolussal varlik arasindaki ortak iliskiye gonderme yapan bir kategori ya da kavramdir Bunu acarsak Ilk olarak paradoksun kendisi Hristiyanligin hakikatini yorumlamak icin Kierkegaard tarafindan tasarlanan bir kategori ya da kavramdir Ona gore paradoks olumsuz degil olumlu bir kategoridir Ikinci olarak paradoks saf bir kavram degildir O gercekligi olan ve gerceklige gonderme yapan bir kategoridir Ucuncu olarak iki karsit varolussal varligi icerir Kierkegarrd icin Tanri ve insan niteliksel olarak farkli iki varliktir ve paradoks bu iliskinin paradoks olup olmadigiyla ilgili degil arasindaki iliski ile ilgilidir Kierkegaard in gorusune gore paradoks Tanri ve insan ozgurluk ve zorunluluk sonsuzluk ve zaman gibi iki karsit varolussal varliktan meydana gelir Paradoks varolussal bir varlik ve saf kavram arsindaki ortak iliskiye dayanmaz Kierkegaard icin enkarnasyon paradoksu Tanrinin evrensel insana degil fakat belirli bir zaman ve yerdeki belirli bir kisilige sahip oldugu olgusuna dayanir Oxford Ingilizce Sozlukte paradoks sozcugun iki temel kullanimi vardir Ilk kullanim olcut olarak kabul edilen gorus ya da inanca karsi olan bir ifade ya da ogretidir Boyle bir kullanim Kierkegaard paradoksunun anlamina uygun olmayabilir Olcut olarak kabul edilen gorus zamanla degisebildigi icin paradoks boyle bir kullanimda mutlak degildir Zira paradoks Kierkegaard icin mutlaktir Baska bir kullanim Gorunuse gore sorusturmayla ya da aciklandiginda sacma oldugu ispatlanabilir olmasina ragmen kendisiyle celisen sacma ya da genel anlamiyla uyusmayan bir ifade ya da varsayimdir Bu kullanim da Kierkeggard in paradoksunu tam karsilamamaktadir Cunku Kierkegaard icin paradoks geleneksel mantik anlaminda aklin kavrayisinin otesindedir Geleneksel mantik sadece saf kavramlarla ugrasir varolussal varliklarla degil Bu yuzden Kierkegaard ifade eder ki mantik gercek anlamda varolustan farklidir Paradoksun kendisi bir kavram olmasina ve gerceklige gonderme yapmasina ragmen Kierkegaard saf bir kavram olarak paradokstan cok bir gerceklik olarak paradoksla ilgilenir O paradoks sozcugunu temel olarak bir kavramdan ziyade bir gerceklik anlaminda kullanir Felsefesinde bir varolus ve dusunme ikiligi vardir ve oncelikli ilgi konusu dusunmeden cok varolustur Kierkegaard icin paradoks aklin nesnesinden cok inancin nesnesidir Onun iddiasi paradoksun varolus alanina ait oldugudur Bu yuzden de akil yani geleneksel mantik iki ayri varolus ve dusuncenin iki ayri alanina aittir Varolus alani inancin alanidir dusunme alani geleneksel mantigin alanidir Kierkegaard in paradoks icin verdigi orneklerin paradoksun dogasina iliskin aydinlatici degerleri vardir Ibrahim in oglu Ishak i Tanri ya kurban etme karari alisi Kierkegaard in Regine ile nisani attiktan sonra yeniden bir araya gelme umudunu canli tutmasi hep sacma olanin kendisini aciga vurdugu yerlerdir Soren Kierkegaard in dergi ve evraklari Kierkegaard imanin bir paradoks oldugu hususunda israrla durur ve bunu farkli sekillerde ozellikle Korku ve Titreme de aciklar Ona gore iman oyle bir paradokstur ki bir cinayeti Tanri yi memnun kilan bir eyleme donusturebilir oyle bir paradoks ki Ishak i Ibrahim e geri verir Oyle bir paradoks ki hicbir dusunce onu alt edemez Cunku imanin basladigi yer dusuncenin terk ettigi yerdir Iman ayni zamanda su paradokstur tikel olan evrensel olandan iyidir Evrensel olanin icinde yer aldiktan sonra tikel olarak kendini evrensel olandan daha yukariya koyar Eger iman buna yol acmiyorsa Ibrahim yitirilmis ve iman dunyada hicbir zaman var olmamis demektir Imandaki bir diger paradoks da sudur Birey evrensel olandan yucedir birey evrenselle iliskisini mutlak ile olan iliskisine gore belirler Bazen mutlak evrensel ahlaki olanla catisabilecek seyleri de isteyebilir Bu durumda evrensel olan askiya alinir Cunku Tanri nin iradesi mutlaktir Paradoks Tanri ya karsi mutlak gorevin var oldugu soylenerek de ifade edilebilir Cunku bu gorev iliskisinde kisi birey olarak mutlakla mutlak olarak iliskidedir Boylece bu iliskide Tanri yi sevmenin bir gorev oldugu soylendiginde daha once soylenenlerden farkli bir sey soylenmis olur Cunku bu gorev mutlak ise etik olan goreli bir konuma indirgenmis demektir Ne var ki boyle olsa bile bu etik olanin ortadan kaldirilmasini gerektirmez Paradoks tamamen farkli bir ifade edinir Ayni zamanda su paradoksu da icerir kisi kendisini kesinlikle baskasina anlasilir kilamaz Insanlar kisinin kendini ayni durumdaki baskasina anlasilabilir kilabilecegini tasarlayabilir Bir iman sovalyesi digerine hicbir yardimda bulunamaz Kisi ya paradoksun yukunu omuzlayarak bir iman sovalyesi olur ya da hicbir zaman olamaz Birey ancak tikel bir birey olarak bir iman sovalyesi olabilir Kierkegaard a gore eger kisinin Tanri ya inanma iradesi varsa bu Tanri icin her seyin mumkun olduguna inanip inanilmamasi demektir ki bunun manasi da kisinin aklini bir kenara birakmasi demektir Iste kisinin Tanri yi kazanmak icin aklini bir kenara birakmasi inanma eyleminin bizzat kendisini olusturur Onun icin hayat hakkindaki nihai gercek daima bir sacmaliktir Fakat bu mutlak bir sacmalik olamaz Insan zihninin her zaman kendini merkez olarak onceden insa ettigi bir anlam sistemini asmasi gerektigi olcude bir sacmaliktir ama tam bir sacmalik degildir Eger boyle olmasaydi herhangi bir inanc elde edilemezdi Kierkegaard bu anlamda daha ileri gider ve der ki hemen hemen muhtemel olan yahut da son derece muhtemel olan her sey insanin hemen hemen bilebilecegi veya neredeyse bilebilecegi bir seydir Fakat buna inanilmasi imkansizdir Zira imanin konusu sacma olandir ve sacma inanilacak yegane seydir Diger temel unsurlarla birlikte enkarnasyon inanci suphesiz Hristiyanligin en cetin paradokslarindan biridir Hristiyanlik icin ayirt edici olan bu paradoks Kierkegaard in irrasyonalizminin de temel sebebidir Kierkegaard rasyonel zeminde ifade edilemeyen bu asli unsurlari diger Hristiyan teologlari gibi degistirmeden oldugu sekliyle kabul etmis bu sav uzerinden kendi epistemolojisini insa etmistir Isa insan olmak yonuyle sonlunun Tanri olmak yonuyle de sonsuzun sentezidir Bir arada bulunmasi normal sartlarda mumkun olmayan bu iki ozelligin Isa nin sahsinda birlesmesi onu Hristiyanligin en onemli paradoksu haline getirmistir Hz Isa sonlunun ve sinirsizin ebedinin ve canli olanin paradoksal bir birlesimini ifade eder Kierkegaard da imanin objesi paradokstur ve Isa nin paradoksu Tanri insan olmasidir Tanri nin insan biciminde varliga gelmesi dogmasi buyumesi kelimenin tam anlamiyla bir paradokstur Kierkegaard da bunun makul bir izah tarzi olmadigini bilmektedir Mutlak askin varligi yarattigi diger varliklarla dusunmek paradokstur Bu dusunce insan zihni icin kabullenmesi zor bir konudur Bunun en onemli sebebi iki varlik arasindaki ontolojik farkliliktir Bu ontolojik farkliligin esitlenmesi yani Tanri nin herhangi bir birey gibi olmasi diger bireylerden ayirt edilmesinin imkansiz olmasi cozumu rasyonel zeminde imkansiz bir konudur Belli bir zaman ve mekanda kisilige burunen Isa ne tam anlamiyla Tanrisal ozelliklere sahiptir ne de insani Bu durum inanlari acisindan anlasilmasi guc bir durum meydana getiriyordu Bu guclukten dolayi Hristiyanlar ilk zamanlarda Isa ile ilgili iki yanlis doktrinden birini tercih ediyorlardi Ya Isa nin Tanrisal ozelliklerini yok ediyorlardi ya Isa nin insani ozelliklerini Sonraki donemlerde bu dusunce degisti ve Isa ya hem insani hem Tanrisal ozellikleri ayni anda verildi fakat bu dusunce tamamiyla irrasyonelliktir ve Kierkegaard a gore dini imanin yapisi budur Enkarnasyon az ya da cok ihtimalli bir gercek degildir Aklimiz icin imkansizliktir Kierkegaard da Tanri nin insan seklinde var olmasinin bir celiski oldugunu kabul eder O Hristiyanligin pek cok onermesinin icinde paradoks barindirdigini yadsimaz zaten O sisteminde bu paradokslari rasyonalize etme cabasinda da degildir Bu onermelerin celiskili oldugunu kabul edip buna gore sistemini insa eder Kierkegaard in dini epistemolojisinin tamaminda bu gorus hakimdir Iman ve Suphe Felsefi terminolojide farkli suphe anlayislari vardir Bunlarin arasinda rasyonel suphe metodik suphe septik suphe ve varolussal suphe gosterilebilir Imanin yapisinda var olan supheyi hem Descartes in ortaya koydugu supheden ve septiklerin ortaya koydugu supheden ayirmak gerekir Metodik suphe aracsal bir deger tasir ve bilimsel arastirmalarin daha saglam ve guvenilir sonuclara ulasmasini saglamada onemli gorev ustlenir Dogru bilgiye acik secik ulasincaya kadar her seyden suphe etmeyi ongorur Septik suphe bir tutumdur Prensip olarak her seyden suphe etmektir Mantiki acidan septik supheyi alt etmek mumkun degildir Bu suphe butun ihtimalleri dusundurmesi acisindan fark ettirici bir ozellige sahiptir Her iman eyleminde zimni olarak var olan ne metodolojik ne de septik suphedir O her riske eslik eden suphedir Rasyonel suphe akli temelde duyulan bir guvensizliktir Zihnin iki zit durumdan birine karar vermede yargiyi askiya alma durumudur Hristiyan imani kendi yapisini saglam kuramadigi icin ozellikle rasyonel suphenin etkilerine maruz kalmistir Rasyonel suphe saglam bir iman icin aslinda gecilmesi gereken bir asamadir Kierkegaard in kullandigi suphe varolussal suphedir Bu supheyi imanin mahiyetinden ayirmak mumkun degildir Yani iman onermelerinin bunyesinde tasidigi onun asli unsuru olan suphedir Varolussal suphe imanin bizatihi kendisinde var oldugundan zihin surekli tedirgin bir haldedir Kierkegaard a gore bu durum zihnin surekli teyakkuzda olmasini sagladigi icin yararlidir Kimi dusunurlere gore ise bu Hristiyan imanindaki irrasyonel unsurlarin bir zorlamasidir Cunku makul olmayan bir takim seylerle ilgili bir imandan supheyi uzaklastirmak mumkun degildir Iman onermelerindeki bu sira disilik belirsizlik ve ardisiksizlik insan psikolojisi uzerinde bir dinamizm meydan getirir zihnin surekli canli ve heyecanli olusu surekli bir olus halinde olmasini saglar bu da surekli bir tercihler zinciri icinde olmaya neden olur Kisi sayet kendini rahat hissederse bu onun icin buyuk bir risktir Iman gozu kapali atilan bir adimdir Adimin atildigi zemin saglam olabilir de ucsuz bucaksiz bir ucurum da olabilir Bir anlamda kisi imanin objesine mutlak bir guven ve teslimiyetle buyuk bir riske atilir Risksiz iman olmaz Iman ozellikle nesnel belirsizlik ve bireyin icindeki sonsuz tutku arsindaki zitliktir Suphe cesaret risk ve gerilim ogelerini bunyesinde barindiran bu dinamik suphe anlayisinda Kierkegaard icin insanin imanin objesiyle surekli canli bir iliskiye girmesini saglamaktadir Fakat burada suphe kendisine inanilan icin degil inanan icin soz konusudur Insan ile Tanri arsindaki iman iliskisinde hem kesinlik hem de suphe vardir Tillich e gore imanin iliskide oldugu sonsuz bir sonlu varlik tarafindan tecrube edildigi surece iman kesin degildir Sujenin sinirli kapasitesiyle iman objesini idrak etmesi mumkun degildir Bundan dolayi iman iliskisinde bir taraf hep sinirli olacagindan suphe de onun ayrilmaz bir parcasi olacaktir Alinan riskin buyuklugu imanin derecesi hakkinda bize bir ipucu verir Ne kadar buyuk risk alinirsa iman o kadar buyuk onem tasir ve degerlenir Cunku imanda bir meydan okuma vardir Makul anlasilir olana inat sacma ve ihtimalli olana bir sicrayistir iman Kisi imandaki riskin buyuklugunu her zaman omuzlarinda hisseder Iman eyleminin basarisiz olma ihtimali de vardir Eger iman eylemi basarisizlikla sonuclanirsa bu kisi icin buyuk yikima neden olur Ne kadar cok risk alinirsa o kadar yogun iman olur Ne kadar nesnel guvenirlik varsa o kadar az icsellik vardir Kraliyet kutuphanesi bahcesi Kierkegaard icin cesaret de suphe ile dusunulmesi gereken hatta mutlaka bulunmasi gereken bir unsurdur Supheyi imanin unsuru olarak kabul edebilmek icin mutlaka cesaretin bulunmasi gerekir Imandaki suphe unsuru cesareti anlamli kilmaktadir Risk olmasaydi cesaretin de anlami olmayacakti Imandaki cesaret supheye ragmen iman onermelerinin kabul edilebilmesidir Bir anlamda buyuk bir risk alinarak imanin objesine teslim olmaktir Yani bu kisinin Tanri olamaz butun deliller onun aleyhine fakat ben yine de inaniyorum diyerek risk almasi ve Tanri ya teslim olmasidir Inanan imanini kaybetmemek icin surekli bir caba icerisindedir Kierkegaard da iman duragan olmayan aksine canli ve diri tutulmasi gereken bir seydir Inanan bilir ki attigi her adimdan sonra atilacak baska bir adim vardir Imanin tutarliligi surekli olarak yeniden onaylanmasi yani tekrarlanmasidir Tekrar edilme ayni zamanda baska bir riski beraberinde getirmektedir Bu da son adim atilmadikca imanin ortadan kalkacagidir Atilmayan her bir son adim imanin bir daha geri gelmemek uzere yerini imansizliga birakmasi anlamina gelir Suphe ile karisik iman ilk bakista celiskili bir kavram gibi gorunmektedir ancak imandaki suphe subjektif kesinlige sahip olmasina ragmen objektif olarak kesin olmamasidir Disaridan bakan icin iman saglam temelleri olmayan ihtimalli gibi gorunur yani objektifligi yoktur Bu da tam da Kierkegaard in varolussal suphesine karsilik gelmektedir Bu iman hicbir asamada oznel kimligini kaybetmez Kisi gercek bir iman sahibiyse ne Tanri nin varligindan ne de onun yapabileceklerinden suphe duyar Teslimiyette guven esastir Kisi her seyi ile kendini Tanri ya adamistir Egzistansiyalist suphe Tanri dan degil kendinden suphe etmeyi gerektirir Kisi imanin olgunlugunu surekli canli tutmali her an tedbirini almalidir Kierkegaard a gore insani her zaman canli tutacagi icin boylesi yararlidir Onun icin gerek olus gerekse onunla paralel olan iman yenilenmedigi zaman elimizden kayip gitmektedir Hristiyan teolojisinde aklin yerine irade on planda oldugu icin imanin ve suphenin bir arada olmasi mumkundur yoksa zihin suphe halini yasarken iman etmek mumkun degildir ancak Hristiyanlikta suphe asli bir unsur olarak imanin yaninda surekli bir sekilde bulunabilmektedir Aklin oldugu yerde suphe insani zorlar Irade ise suphe ile ugrasmaz onu gormezden gelir Akla muhalif dahi olsa icinden gelen seyi yapar Yani suphe akil ile celismektedir onlar iki zit kutuptur Rasyonel zeminde ikisinin de birbirini dislayan bir yapisi vardir Hristiyanlik hakkinda konusurken Kierkegaard tum supheleri savmak mumkun degildir der Hristiyanlik acisindan bakildiginda Kierkegaard in goruslerine katilmamak mumkun degildir Dinin temel yapisina bakildiginda gerek Tanri anlayisi gerekse Tanri insan iliskisi paradokslarla doludur Bu ogelerin makul bir sekilde aciklanmasi mumkun degildir Eger bu onermeler rasyonel zemine cekilirse tumu uzerindeki paradokslari savmak mumkun degildir Goruluyor ki Kierkegaard in sisteminde suphe negatif degil pozitif bir ozellige sahiptir Suphe imani saglamlastirma gorevi goren dinamik bir yapiya sahiptir Inanan kisi surekli imanini tazelemekte boylece onda bir sorunun ortaya cikmasini engellemektedir Suphe inanan kisiyi surekli diri tutar cunku imanda her zaman bir risk vardir ve riskin buyuklugu imani degerli kilar Buyuk risk buyuk cesaret gerektirir Bu yuzden cesaret imanin asli unsurlarindan biridir Cunku iman bir meydan okumadir Egzistansiyalist suphe imanin varolussal bir unsurudur ve irade olmadan hicbir anlam ifade etmez Iman ve Umutsuzluk Kierkegaard in kendisi icin secmis oldugu misyon bireyin mutsuzlugunun farkina varmasini boylelikle de kendisini ozgur bir tin olarak tanimasini saglamaktir Olumcul Hastalik Umutsuzluk adli eserinde Kierkegaard insanlarin benliklerini nasil pozitif bir bicimde unuttuklarini ya da aktif bir sekilde inkar ettiklerini anlatir Sadece bilincli olarak Tanri ya inanma kararina varan benlik umutsuzlugu asabilir Buna gore kutsal ile canli bir iliskisi bulunan birey asla umutsuzluga dusmez Cunku askin olan her zaman insana guven verir Eger Tanri ya inaniyorsak son sozumuz her zaman ondan umut dilemek olmalidir Tanri ya inaniyorsak yalniz degilizdir O her zaman yanimizdadir Bu guven kisiye kendisi ve gelecegi ile ilgili kaygilarini giderme hissi verir Umutsuzluk kavrami Kierkegaard in sisteminde onemli bir yere sahiptir Kisi umutsuzluk ile kendi benliginin bilincine varir Umutsuzluk anlari bireyin kirilma anlaridir Onun bu denli umutsuzluk uzerinde durmasinin nedeni bireyin umutsuzlugunun farkina varmasini ve boylelikle de kendisini ozgur bir tin olarak tanimasini saglamaktir Umutsuzluk guven duygusuyla yakindan ilgilidir Kierkegaard guvenilecek obje olarak Tanri yi gormektedir Kisi eger Tanri ya guvenmiyorsa hayati boyunca umutsuzluktan kurtulamayacaktir Gelecege guvenen kisi her zaman iyimser hicbir seye hicbir kimseye guven duymayan kimse ise umutsuzdur Yalniz her insanda bu guven duygusunun var olacagi anlamina gelmez Ona gore Hristiyanlik icinde de umutsuzluk fikri vardir Kierkegaard in burada kastettigi kisi aciktir ki butun dusuncelerinde bilincli olarak birbirinden ayirdigi sozde Hristiyanlardir Kisi hem Hristiyan olup hem de umutsuzluk icinde oldugunu soyluyorsa Kierkegaard a gore o kisi Hristiyanligin icinde yasamamistir ve yasamiyordur cunku tam olarak Hristiyan olunmadikca insanin icinde her zaman bir umutsuzluk tohumu kalir Kierkegaard a gore umutsuzlugun insan dusuncesinde koklu bir yere sahip olmasi insanin kendi kendine yetmeyisinin bir sonucudur Insan acimasiz tek basina kaldiginda mucadele edemeyecegi bir dunyada yasamaktadir Cevresini saran tehlikelere karsi ne yapacagini bilmeyen birey her an basina ne gelecegi konusunda belirsiz bir fikre sahiptir bu da onu gelecegi ile ilgili umutsuzluga suruklemektedir Insanin bu caresizligi her seyin uzerinde bir guce sahip olan askin bir varlik fikrine goturur ancak boyle bir varlik insanin umutsuzluguna care olabilir Umutsuzluk ayni zamanda bir meydan okumayi icerir Umutsuz kisi caresizligine meydan okuyor demektir Her insan bas edemeyecegi durumlarla karsilastiginda kendini aciz hisseder Dibe vuran insan her seye meydan okuma icindedir Bir meydan okuma icermeyen umutsuzluk yoktur Kierkegaard a gore kisi kendini asamayacagi sinirlar ile cevrili gordugunde ve yapabilecegi seylerin cok sinirli oldugunu gordugunde de umutsuzluga kapilir Butun ihtimaller tukendiginde olur olmaz insan umutsuzluga duser Bu asamadan sonra bireyin yaptigi bir cirpinistan baska bir sey degildir Onundeki sinirlar kalkmadikca bu caresizlik bitmeyecektir Ancak birey ne kendinden kaynaklanan sinirlari asamayacak ne de cevresinin yasadigi dunyanin kendisini sinirlandirmasina engel olamayacaktir Sinirli bir dunyada kapali kalan bireyin esasen uzerinde umutsuzluga dustugu sey ebedi olani yakalayamamaktaki acizligidir Bu acizligi onun sinirli sonlu dunyayi asamamasindan kaynaklanmaktadir Kisi kendi sinirliliginin ve gucunun farkindadir Bunu asamamak onda umutsuzluk duygusuna sebep olmaktadir Umutsuzlugun bir baska nedeni de insanlarin yanlis guc objelerine yonelmeleridir Tanri disindaki her sey dunyadaki zorunluluga tabidir Var olan her sey sinirli bir guce sahiptir Kisinin bu zorunluluga tabii alemin icinden herhangi bir guce tutunmasi bu guc elinden gittiginde umutsuzluga kapilmasina neden olur Bu hayal kirikligi ancak gercek gucu fark edince sona erer Tanri dusuncesi insana bir umut asilamaktadir Insan umut olmaksizin derin bir ucurumun kenarindadir Fizik dunyanin sinirliliklarindan kurtulmak Tanri olmaksizin imkansizdir Fizik alandan metafizik alana gecis yalnizca Tanri ya iman etmekle mumkun hale gelmektedir Hristiyanlar icinde bulunduklari sinirliliktan onlari kurtaracak ve onlari sinirsiza tasiyacak olan Varlik la irtibat halindedir Bu iliski de onlari umutsuzluktan korumaktadir Kierkegaard a gore umutsuzluk konusunda bir inanan inanmayana gore daha avantajlidir Putperestler dunyada hem Tanri siz hem de umutsuzdurlar Hristiyanlar ise en azindan bir umide sahiptirler Bu anlamda kisinin Tanri ya inaniyor olmasi onun bir sekilde umutsuzluktan kurtulacaginin garantisidir Mutlak bir iman ile kisi artik sonsuz ile irtibat saglayarak sinirlari ortadan kaldirmistir Kisi sinirliliginin ve sonlulugunun bilincinde olarak kendini Tanri ya emanet etmistir Soren Kierkegaard in mezari Kierkegaard a gore umutsuzluk olumsuz bir kategori degildir Insanin ham varolustan kurtulup gercek varolusa erismesi icin aci cekmesi gerekir Bu acidan bakildiginda umutsuzluk birey icin bir avantajdir Kierkegaard a gore bu aciyi cekmek zorunda kalmak bizim hayvanligimizi asmamizi saglar ki bu dusuncemizin yuceligini dikeyligimizin sonsuzlugunu gosterir Aci bir anlamda bireyin sarsilmasina kendi mevcut durumunun farkina varmasini saglar yani kendi benligini kavramasina yardimci olur Umutsuzluk olumcul hastaliktir Kierkegaard bu durumu olesiye hasta olup da olememek olarak nitelendirir Bu hastaligin iskencesi can cekismede oldugu gibi olumle savasmasina ragmen kisinin gene de olememesinden kaynaklanir Olum insanin normal sartlarda isteyecegi bir sey degildir Ancak oyle durumlar vardir ki insan olmeyi onu yasamaya tercih eder Iste umutsuzluk gercekten insan icin bir olum halidir Daha once ayrintili olarak degindigimiz yasam yolunun asamalari icinde Kierkegaard estetik bireyi umutsuzlugu en cok hisseden kisi olarak tasvir eder Estetik birey gunluk eglencelere dalmis hicbir kaygisi olmayan sorumluluk duygusundan uzak yaptiklarindan sadece doyum arayan birisidir bilincli tercih yapmaz baskalarinin tercihlerini sorgulamadan hayatina uygular Kierkegaard a gore boyle birisi yani bilincli tercihlerle kendini insa etmeyen birisi gercek bir varolusa sahip degildir Estetik yasami surduren kiside bir umutsuzluk vardir Bir takim kaygilar duymaya baslar Bir insanin kaygilarindan kurtulabilmesi icin tek yol kendi varolus sorumlulugunu ustlenebilmesidir Kierkegaard a gore estetikci kalabaliktan ayrilmaz Bu yuzden kalabalikla hareket edenlerin ic yuzundeki umitsizligi cogu zaman ilk bakista fark edemeyiz O her an bir baskasinin kimligine burunmustur kendi degildir Cunku hayatiyla ilgili tek bir karari bile kendi almamistir Kendine ait olmayan kararlari uygulamasindandir ki estetik yasam alanindaki kisi bir ic huzursuzlugu yasamaktadir Kisi bir arayis icindedir fakat bu arayis umutsuzlukla sonuclanacaktir Estetik birey zamanla bir bosluga duser Icinde gelecege yonelik kaygilar belirmeye baslar Hayata niye geldigi niye bu hayati yasadigi hep ayni amacsizlikla devam eden hayatinin ne zamana kadar surecegi bunun sonunda ne olacagi gibi sorularla bunalan kisi gelecege yonelik kendisi hakkinda endiseye duser Iste kiside uyanan bu endise duygusu onun bir sonraki basamaga sicrama yapmasini saglayacak ana kuvvettir Kierkegaard a gore endise duygusuyla kisi bir ust basamaga yani estetikten etik basamagina gecmistir Bu asamada birey artik evrensel kurallarin gecerli oldugu etik yasam sekline sicramistir Cunku estetik yasamda sucluluk gunah ve pismanlik duygularina yer yoktur Bu ikinci asamada birey yigindan kalabaliktan siyrilmistir Birey hayatiyla ilgili kendisi karar almakta ve sorumlulugunu da kendisi ustlenmektedir Birey olmanin ozgunlugunu yasamaya baslamis kalabaligin siradanligindan siyrilmistir Etikci sorumlulugunun bilincindedir kendi kararlarini kendisi alir ve ahlak kurallarina siki sikiya baglidir Yaptigi her seyin sorumlulugunu ustlenmektedir Bu sorumluluk ise evrensel ahlak yasalarinadir Fakat kutsal alanla iliskisi olmayan hicbir tarafa bagli olmayan kuru bir ahlak anlayisi veya gorev bilinci insana nereye kadar rehberlik edecektir Etik yasam alanindaki birey estetikciye gore daha sorumlu ahlaki degerlere siki bir sekilde bagli olmasina ragmen yine de bir umutsuzluk icindedir Onun umutsuzluk icinde olmasinin tek sebebi bu dunyaya bagli olmasidir Bu sinirliligi asabilmesi icin onu tamamlayan ve ona rehberlik eden bir varliga ihtiyac duymaktadir Dinsel alana gecen birey icin artik umitsizlik soz konusu degildir Dini alan sinirsiz bir dunyanin kapilarini acar bu nedenle gercek Hristiyanlar asla umitsizlige dusmezler Eger gercekten inanmislarsa her zaman bir umitleri var demektir Eger hala umutsuzluk varsa dinsel asamaya daha erisemedikleri anlamina gelir Kaynakca Amesbury 2005 a b c Cevizci Ahmet Fideizm Say Yayinlari ss 120 124 a b KIERKEGAARD DA FIDEIZM ss 36 40 BibliyografyaAmesbury Richard 2005 Fideism